5 Ekim 2020 Pazartesi

Şehir Hastaneleri Özelleştirilmiş Birer Ticarethanedir. (Isparta Şehir hastanesi açılıyor)



Isparta Şehir hastanesi bu günlerde açılıyor. Bu nedenle Isparta da hizmet veren Devlet Hastaneleri de kapatılıyor.
ISPARTALILARIN GÖZLERİ AYDIN! BUNDAN BÖYLE HİÇ AMA HİÇBİR SAĞLIK HİZMETİNE BEDELİNİ ÖDEMEDEN ULAŞAMAYACAKLAR!
“Kaybedeceğimi bile bile “Isparta Şehir Hastanesi” Başlıklı yazım 05 Ocak 2015’te (yani tam 2 yıl önce) kaleme alınmış ve çok sayıda e- gazete de yayınlanmıştı. (Yazı ektedir) O yazıda yazdığımız her şey birer birer gerçekleşiyor.
 Yazımızın bir yerinde;
“Demek ki "Isparta Şehir Hastanesi" Isparta ve bölge halkına sağlık hizmeti sunmak amacı ile değil;
Birincil olarak; Bölgemizdeki parasız tüm sağlık hizmetinin tasfiyesi, devlete ait sağlık kurumlarının tümüyle özelleştirilerek sağlık alanının yerli ve yabancı büyük sermaye açısından kârlı bir yatırım alanı haline getirilmesi ve böylelikle bütçeden bu kamu hizmetine ayrılan kaynakların da büyük sermayeye farklı biçimler halinde aktarılması amaçlı kurulmaktadır.
İkincil olarak, sağlık emekçileri (doktor, hemşire ve diğer) iş güvencesinden yoksun, sözleşmeli, esnek çalışmaya uyum sağlamış ucuz işgücü haline getirilecektir” demişim.
  Herkesin anlayacağı şekilde bir kez daha yazalım.
1. Isparta Şehir hastanesi bir "Kamu Özel Ortaklığı" projesidir. Isparta şehir Hastanesinin işletilmesi 25 yıllığına AKFEN Holding tarafından yapılacaktır.   Yani Isparta da halk sağlığı tümden özelleştirilmiştir. Özel sağlık sektörünün, kurumlarının tek amacı sağlık hizmeti üretiminden para kazanmaktır.
2. Sağlık hizmetleri, kamu hizmeti olmaktan çıkartılmış bireysel ve özel hizmet haline dönüştürülmüştür. Bunun anlamı şudur. Herkesin ancak parası kadar sağlık hizmetinden yararlanabilecektir. Eğitim’de, Enerji’de, iletişim de olduğu gibi sağlık alanında da devlet devreden çıkmış, hasta ile – hasta üzerinden para kazanma dışında bir amacı olmayan özel şirket karşı karşıya bırakılmıştır.
3.    Şehir Hastaneleri özelleştirilmiş birer ticarethanedir. Ticarete konu olan ise insan sağlığıdır. 2006 yılında AKP hükümeti tarafından Yaygın bir medya propagandasıyla tezgahlanan “sağlıkta dönüşüm Programı’nın sağlık alanındaki yarattığı tahribatın son noktasıdır Şehir hastaneleri.
4. Asgari ücretin 1400 TL olduğu ülkemizde toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan yoksullar zaten temel yaşamsal gereksinmelerini (beslenme-ısınma-vb.) karşılama olanaklarından yoksunken, sınırlı da olsa alabildiği sağlık hizmeti elinden alınacak, kendi yazgısı ile baş başa bırakılacaktır.   

Devletin temel, vazgeçilmez temel görevi olan hizmet alanını (Eğitim, sağlık, güvenlik) özel sektöre devrettiği ölçüde devlet olmaktan çıkmıştır/çıkar.

Özellikle 1980’li yıllardan sonra iktidar olanlar “vergi/prim gelirlerinin sağlık- eğitim-güvenlik” hizmetlerinin maliyetini karşılamaya yetmediği, bu nedenle bu alanların özelleştirilmesi ve hizmet alanların katkı ödemelerinin zorunlu ve gerekli olduğu yolundaki söylemleri kocaman bir kuyruklu yalandır!
Çünkü Türkiye’de nüfusun en zengin %10’luk kesiminin toplam servetin %70’ten fazlasına sahip olduğu devletin resmi kayıtları ile belgelidir.
Öyleyse sağlık, eğitim vb. hizmetleri için gereken kaynak; işte bu gelir dağılımındaki adaletsizlik ve eşitsizliktedir. Siyaset bu adaletsizliği ve eşitsizliği düzeltmek yerine, hizmetlerin tüm yükünü vatandaşların omuzlarına yıkmak için tertip ve düzenbazlıklarla ortaya çıkmaktadır.
 Bugün ülkemizde herkese Parasız ve kamucu sağlık, eğitim hizmeti olanaklıdır. Hizmeti parasız olarak organize etme niyetini, gücünü ortaya koyabilecek tek yapı kamu ve onun günümüzdeki somut temsilcisi olan devlettir.
İşte sorunun çıkmazı da buradadır. Hizmetlerin kamucu, parasız ve eşit sunma “niyet ve gücünü” devlet adına elinde tutan siyasal aktörlerin hemen tümü “hizmetlerin tüm yükünü vatandaşların omuzlarına yıkma” konusunda fikir ve görüş birliği içindedirler.

 Eğitim Sağlık güvenlik hizmetlerinin parasız sunulması olanaklıdır. Üretilen toplumsal zenginlikten sağlık için, eğitim için daha fazla kaynak ayırmak da olanaklıdır. Sorun kaynağın olmaması değil, toplumsal gelirin eşitsiz dağılımıdır. Sorun düzen içinde kalarak, düzene sözde muhalefet eden partilerin de bu durumu değiştirmek istememeleridir.03.01.2017
Mahmut ÖZYÜREK



Kaybedeceğimi bile bile “Isparta Şehir Hastanesi”
Posted: 11 Jan 2015 06:29
Akfen Holding tarafından kamu-özel sektör iş birliği (PPP) modeli ile755 yatak kapasiteli Isparta Şehir Hastanesi'nin proje tanıtımı 09 ve 10 Ekim 2014'de yapıldı.
Proje tanıtım toplantısına, Akfen Holding üst düzey yöneticilerinin yanı sıra Isparta Valisi, Kumu kurum ve kuruluşları, özel sektör, Sivil toplum Örgütleri, Meslek Odaları ve Basın Kuruluşlarının temsilcileri katıldı.  
Akfen Holding üst düzey yöneticilerinin verdiği bilgiye göre, özelleştirilerek kapatılan Sümer Halı Fabrikasına ait ve bedelsiz olarak Akfen Holdinge tahsis edilen 198 bin metrekare alana yapılacak olan Isparta Şehir Hastanesinin İnşaat süresinin iki yıl olacak.
Akfen Holding; projenin tasarım, finansman, inşaatı, donanım tedariki de dâhil olmak üzere işletmeye hazır duruma getirilmesi karşılığı olarak 25 yıl süre ile hastaneyi işletecek. Başka bir anlatımla, devlet hem bu binanın (hastanenin) kiracısı hem de hizmet satın alıcısı olacak. Yani kendi binasında kiracı, hizmetinde taşeron Sağlık Bakanlığı'nın "devlet hastanesini” Akfen Holding yönetecek.  
Akfen Holding'e biraz daha yakından bakalım.
Başında Hamdi Akın'ın olduğu Akfen Holding'in özellikle AKP hükümetleri döneminde gösterdiği hızlı gelişme dikkat çekiyor. İhsan Doğramacı'nın sahibi olduğu Bilkent Holding'le ortak kurulan TAV (Tepe-Akfen Ventures) ile çok sayıda havalimanı işletmesini alan Akfen, liman özelleştirmelerinin de değişmez ismi oldu.
Akfen aynı zamanda, Irak işgaliyle semiren ve ABD ordusuna hizmet için yanıp tutuşan şirketlerin başında geliyor. Akfen'e ait tanıtımlarda okuyana, işbirlikçiliğin ve onursuzluğun bu kadarı da olmaz, dedirten şu ifadeler kullanılıyor: "Akfen İnşaat Irak'ta Amerikan Askerlerine hizmet vermekte olup, Kellogg, Brown & Root firması ile yapmış olduğu sözleşmeye istinaden; atık arıtma, çelik konstrüksiyon işleri yapmakta, yemekhane, çamaşırhane işletmekte ve yüksek kalite internet teknolojisi kullanımını sağlamaktadır. Firmamız, Amerikan Ordusunun Askeri Kamplarına tam destek vermek ve büyük ölçekli Hükümet Projelerinde yer almak, deneyimlerini daha geniş bir yelpazede sunmak arzusundadır."
İşgal güçleri Irak’ta sömürü amacıyla yıkım-yağma-ölüm saçacak, yüzbinlerce insanı katledecek, AKFEN HOLDİNG bu katliama "yeşil dolarlar kazanmak" adına sınırsız destek sağlayacak, hizmet sunmak için yanıp tutuşacak… Bizde Isparta "Şehir Hastanesi'nin ölü soyucusu Akfen Holding tarafından inşa edilecek olmasını alkışlayacağız öylemi?
Akfen Holding konusunda bu kısa açıklamadan sonra konumuza dönelim ve soralım.
Peki, nedir bu Kamu Özel Ortaklığı? Kamu-Özel Ortaklığı, uluslararası alanda bilinen adıyla PPP (Public Private Partnership), bir finansman modelidir. Devletin sunacağı mal ve hizmetlerin, yapım işlerinin bütçe yetersizliği nedeniyle ertelenmesinin veya yapılamamasının önüne geçmek amacıyla kullanılmaktadır.
Kamu Özel Ortaklığı'nın fikir babası emperyalizmin kurnaz mimarlarından biri olan Milton Friedman'dır.  Friedman, Emperyalist sistemin tıkandığı, geniş halk yığınlarının sömürüye karşı başkaldırdığı 70'li yıllarda, "kitleler uyanmadan" sömürü çarkının yürütebilmesinin "inceliklerini” ortaya koyduğu modelin adıdır "Kamu Özel Ortaklığı"
Friedman'ın ortaya atıp olgunlaştırdığı bu yok etme projesinin ilk laboratuvarı ise 11 Eylül 1973'te faşist ve kanlı darbe ile Salvador Allende'yi katleden Şili diktatörlüğü oldu. Friedman, Askeri Diktatör Pinochet'nin danışmanı olarak ilk elden uygulamayı denetledi.
Şili diktatörlüğünde test edilen "Kamu Özel Ortaklığı” projesine, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve Avrupa Birliği(AB) Uluslararası kaynak desteği sağladılar.  İşte Türkiye'deki Sağlıkta Dönüşüm Programı, "Kamu Özel Ortaklığı” projesi RTE’nin ”8 yıllık rüyası” değil, bir IMF, DB ve AB projesidir.
Bu çıkarsamayı doğrulamak için Türkiye'nin AB'ye verdiği taahhütlerden oluşan, adına neden "Ulusal Program" dendiği belli olmayan belgeden okuyalım.  "Sağlık Bakanlığının yeniden yapılandırılması, devlet hastanesi, sigorta hastanesi ve kurum hastanesi ayırımının kaldırılarak tüm hastanelerin tek çatı altında toplanması ve hastanelerin idari ve mali yönden özerk bir yapıya kavuşturulmasına yönelik olarak başlatılan çalışmaların tamamlanması amaçlanmaktadır."(Ulusal Program, 2002)
Şimdi anlaşıldı sanırım bu "Kamu Özel Ortaklığı’nın kimin rüyası olduğu.
Türkiye'de Kamu Özel Ortaklığı; 21.02.2013 tarihinde kabul edilen,08.03.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6428 sayılı "Kamu Özel İş Birliği Modeli ile Tesis Yaptırılması, Yenilenmesi ve Hizmet Alınması" hakkındaki kanuna göre yürütülmektedir.   
Ancak "Kamu Özel Ortaklığı” projesini yalnızca bu yasa ile ele almak bizi yanılgıya götürür. Yasal dayanakları, kuruluş amaçları bakımından ”Kamu Özel Ortaklığı” projesi, AB’nin kurnaz mimarlarınca dayatılan, aynı zamanda "bölgeselleşmiş devlet" projesi olan "Kalkınma Ajanslarının” önemli, ayrılmaz ve vazgeçilmez bir parçasıdır.
AB'nin 15 üye Ülkesinde toplam 65 milyon insan, fakirlik sınırında AB’nin 25 üye ülkesinde bugün yaklaşık 20 milyon işsiz, AB'nin 15 Üye Ülkesinde toplam 37 milyon yardıma muhtaç fakir bedensel ve zihinsel engelli, AB'nin 15 üye ülkesinde 3 milyon evsiz insan dururken, İspanya'da 20 bin, İtalya'da 78 bin, Almanya'da 7.789, Belçika'da 3.445, Fransa'da ise 1.200 doktor işsizken AB'nin kurnaz mimarları niçin, Türk halkının sağlığına yatırım yapılması için kredi musluklarını sonuna kadar açar?
Türk halkının sağlığı Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve Avrupa Birliği (AB)’nin hiç umurunda değil. Türkiye'de sağlık ciddi, bakir bir rant kapısıdır.
Türkiye'de bir yıl içinde özel-kamu tüm sağlık kuruluşlarına 2010'da 539 milyon başvuru gerçekleşirken, 2011'de bu sayı 72 milyon artarak 611 milyona çıkmış.
2013 yılında kamu hastaneleri kurumuna toplamda günlük ayaktan başvuran hasta sayısının 766 bin, acil servise gelen sayısının ise 232 bin.  
Yalnızca 2011 yılında hastanelerde yapılan muayene ve reçetelerden alınan katkı payı 3 milyar 512 milyon TL dolayında.
 Katkı paylarına yapılan %23,6 oranındaki artış sonucunda 2012 yılında vatandaşın cebinden 831 milyon 329 bin TL fazladan para çıkmış. Böylece toplanan katkı payı miktarı 4 milyar 344 milyon TL ye ulaşmış.
2014 Ocak-Haziran döneminde sağlık hizmetlerine ulaşma yüzde 4,26 zamlandı. SGK anlaşmalı özel hastanelerde hastadan alınan fark %200 artırıldı. 
Türkiye'de sosyal devletin çökertilmesi ile ortaya çıkan bu tablo, dizginsiz bir şekilde azami kar elde etmek hırsıyla dünyanın her yerinde kan döküp, savaş çıkaran emperyalizmin doyumsuz iştahını kabartmaktadır.
Demek ki "Isparta Şehir Hastanesi" Isparta ve bölge halkına sağlık hizmeti sunmak amacı ile değil;
Birincil olarak; Bölgemizdeki parasız tüm sağlık hizmetinin tasfiyesi, devlete ait sağlık kurumlarının tümüyle özelleştirilerek sağlık alanının yerli ve yabancı büyük sermaye açısından kârlı bir yatırım alanı haline getirilmesi ve böylelikle bütçeden bu kamu hizmetine ayrılan kaynakların da büyük sermayeye farklı biçimler halinde aktarılması amaçlı kurulmaktadır.
İkincil olarak, sağlık emekçileri (doktor, hemşire ve diğer) iş güvencesinden yoksun, sözleşmeli, esnek çalışmaya uyum sağlamış ucuz işgücü haline getirilecektir.
Konuya biraz daha yakından bakalım.
1.    Akfen Holdinge 198 bin metrekare hazine arazisi (Kapatılan Sümer Halı Fabrikasının arazisi) 25 yıllığına ücretsiz tahsis edildi.
2.     Akfen Holding yapacağı hastaneyi donatacak, ancak cerrahi branşlardan, morg, restoran işletmesi, hastalara dağıtılan yemekler, hastaneye ulaşım, güvenlik, temizlik, kantin, otel, eczane, radyoloji hizmetleri ve gasil hane vb. hizmetler ihaleyi alan Akfen Holding tarafından verilecektir
3.    Akfen Holdinge 25 yıl boyunca hem bina kirası hem de bu "kamu hizmetleri" karşılığında hizmet bedeli ödenecek. (Burada kısa bir açıklama yapalım. Akfen Holding 25 yılda sabit yatırımlarının 5,5 ila 11,5 kat kadarını devletten "kira" adıyla alacak. Yani Akfen Holding 30 ay içinde veya en geç 60 ay içinde sabit yatırımlarını amorti edecek.) Anlayacağınız devlet 2,5-5 senelik "kira" ücretiyle aslında bu binaları ve donanımları kendisi yapabilirdi.
4.    Akfen Holding hastanenin etrafında yapacağı taksi durağından kreşe kadar tüm ticari alanları da işleterek gelir elde edecek.
5.    Yetmiyor. Akfen Holding, hizmet ve mal alımları dâhil olmak üzere KDV'den, Damga Vergisinden ve harçlardan muaf tutuluyor.
6.    Yetiyor mu? Yetmiyor, Akfen Holdingin bu binaları yapmak için aldığı/alacağı uluslararası kredilere devlet tam Hazine garantisi sağlıyor.
7.    Yetiyor mu? Yetmiyor. Devlet, "Isparta Şehir Hastanelerinin" yüzde 70 doluluk oranıyla çalışacağını, yani "müşteriyi" garanti ediyor. Eğer doluluk %70 in altına düşerse, boş yatak bedelleri Devlet tarafından ödenecek.
8.    Yetiyor mu? Yetmiyor. Akfen Holding hastanede kullanacağı tıbbi teknoloji, ilaç, vb. hepsini dışarıdan getirecek. Bu işlem Holding için ayrıca bir "rant" sağlayacaktır.
9.    Yetmiyor. Şehir hastanesi hizmet vermeye başladığında, Rakip olmaması için Isparta Devlet Hastanesi ve Eski SSK hastaneleri kapatılacak, tüm bina ve arazileri Akfen Holdinge bedelsiz tahsis edilecektir. Akfen Holding bu arazileri büyük bir olasılıkla AVM veya 7 yıldızlı otel yapımı için kullanacaktır.
Peki, bu paralar kimin cebinden çıkacak? Bizim ödediğimiz vergilerden sağlanacak. Neden dünyanın en pahalı benzinini kullandığımızı sanıyorsunuz?
Daha bitmedi. Şehir hastanesi hizmet vermeye başladığında, Isparta halkının sağlık giderleri 4-5 kat artacak. Neden diye soracağınızı biliyorum.  Çünkü: Sistemin gereği olarak Hastane ticarethaneye, hasta ise müşteriye dönüştürülmüştür. Bu durumda daha fazla para kazanma hırsıyla hastalara gereğinden fazla tetkik ve ameliyat dâhil tedavi yöntemleri uygulanacak, hastalar hastanelerde gereğinden fazla yatırılacak.
Artık devlet Koruyucu sağlık hizmetlerine yatırım yapmayacak. Bu nedenle de artık adını unuttuğumuz Salgın hastalıklar (verem, tifo, tifüs, sıtma, çiçek vb.) yeniden hortlayacak.
Diğer taraftan Şehir hastanesi açıldıktan sonra özel hastaneler ile SGK arasındaki anlaşma İptal edilecek. SGK Getirisi fazla olmayan klasik bazı branşlar dışındaki, muayene ve tedavi giderlerini özel hastanelere ödemeyecek. Örneğin (KVC, onkoloji, organ nakilleri vs.) Böylece ilimizdeki özel hastanelerin birer birer kapılarına kilit vurulacak. Buralarda çalışan sağlık personeli ya işsiz kalacak ya da en düşük ücreti kabul ederek şehir hastanesinde (bulabilirse) çalışacak. Büyük bir olasılıkla bu açıklama 2015 seçimi sonrası yapılacaktır.
İşin en acı yanı bütün bu planlar ülkemiz insanlarının geleceğini daha sağlıklı kılmak için değil, İnsanımızın daha fazla hasta olması, ulus ötesi sermayenin ve Türkiye'deki taşeronlarının daha fazla kazanması için yapılıyor. Hâlbuki çok basit ve ucuz tedbirlerle çok daha sağlıklı bir Türkiye oluşturulabilir.
" Her şey daha iyi ve güya ucuz" diyerek yurttaşlarımız "sağlıkta dönüşüm", şehir hastaneleri" hapı ile uyutuluyor. Kaba yalanlarla, gerçekler alçakça çarpıtılarak, soygun ve sömürünüm kanlı dişlisi çevriliyor.
Kamu Özel Ortaklığı adı altında "torunlarımızın bile ödeyemeyeceği" katrilyonlarca liralık borçların altına imzalar atılarak sağlığımız uluslararası konsorsiyumlara kurban ediliyor.
Daha önce Ispartalıların bir kesimi, hatta kimi sözde Atatürkçüleri tarafından ”Kalkınma Ajanslarına karşı çıktı", "Kent Konseylerine de karşı çıktı" diyerek şiddetle eleştirildiğimi, hatta kınandığımı biliyorum. "Isparta Şehir Hastanesine" bu karşı çıkışım da eleştirilecek. Ancak tüm bunlara Özdemir Asaf'ın özlü bir sözü ile yanıt vereyim. "Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an…Bozmadım” 05.01.2015 Isparta
Mahmut ÖZYÜREK

6 Mart 2020 Cuma

BASIN AÇIKLAMASI “8 Mart Dünya EMEKÇİ Kadınlar Günü”


BASIN AÇIKLAMASI
Bir kez daha “8 Mart Dünya EMEKÇİ Kadınlar Günü” nü her geçen yıl kazanımlarımızı  biraz daha kaybediyor olmanın burukluğu ile kutluyoruz.
Geçmişte olmadığı kadar kadın cinayetlerinin artarak, adeta bir kıyıma dönüşmesi, bu cinayetlere çanak tutan fetvalar, hükümetin kadını örgütsüzleştirme yolundaki çabaları ve düşmanlığı,  emniyetin, savcılıkların umursamazlığı,  neredeyse kadının  “başı örtülü olmadığı için” tecavüzü hak ettiğini çağrıştıran mahkeme kararlarını günübirlik yaşar olduk.
Son 18 yıldır adım adım uygulanan eğitim düzenimizi Osmanlı derbederliğine dönüştürme çabaları, bir BOP projesi olan “4+4+4”  kesintili eğitim sisteminin yaşama geçirilmesi ile yarının kadınları olan kızlarımızın geleceği tümden karartılmakta, çalınmaktadır.
Atatürk Cumhuriyeti ve  Devrimlerinin  kız ve kadınlara  yaşatmaya   başladığı kazanımlar bir “öç” alma, intikam duygusu ile birer birer yok edilmiştir.
Gerçekte tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadın sorunları ülke sorunlarından ayrı düşünülemez.
Dünyanın kanla yeniden paylaşıldığı bir süreç yaşıyoruz.  Bu paylaşımın ana hedefi ise Ülkemizin de içinde olduğu Ortadoğu coğrafyasıdır.  Bu nedenle Küresel Çetenin emirleri doğrultusunda başta komşumuz Suriye olmak üzere Irak ve İran’a düşmanlık pompalanıyor. En yetkili ağızlar savaş çığırtkanlığında öncülüğü kimselere bırakmıyor.  Kanla beslenen Küresel Çetenin çıkarları için evlatlarımız Suriye ve Libya topraklarında Cihatçı çetelere kalkan ediliyor. Yurdun hemen her köşesinde evlatlarını bu anlamsız savaşta şehit veren analar ağlıyor.
 Özelleştirme, esnek çalışma, tam zamanında üretim, taşeronlaştırma, üretimin mekânsal parçalanması,  devleti küçültme adı altında temel hizmetler ve sosyal güvenlik kurumlarının devletin sorumluluk alanından çıkartılması, sigortasızlaştırma vb. uygulamalar kadınları sosyal yaşamın dışına attığı gibi,   bakımını, geçimini ve sosyal güvenliğini, kocasına veya babasına bağımlı hale getirmiştir.
Özellikle kadınlarımızın oynan küresel oyunun farkına varmamaları için kadın örgütlenmelerini yapay sorunlarla( örneğin, Türban a özgürlük vb.) parçalı hale getirilmiştir.
Biz kadınların ellerinden alınan her hakkın üzerine türban, çarşaf örtülmüştür. Diğer taraftan,  uygulanan politikalar nedeniyle ezici bir çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz bırakılan kadınlar, vakıflar, cemaatler ve bizzat AKP’nin yerel yönetimleri eliyle bir yandan yoksulluklarının kader olduğuna inandırılırken, diğer yandan da bir kap sıcak yemek için bu partiye şükreder duruma düşürülmüşlerdir.
Bu partiye, “Müslüman’ın halinden anlayan Müslüman bir parti” diye oy verenler, AKP’nin, en çok kendisine oy veren emekçilere düşman olduğunu; bir tas çorba vermeden önce, önlerindeki bir kazan yemeği çektiğinin henüz farkında değillerdir.
Nitelikli çağdaş eğitim alıp oynanan oyunun farkına varmasınlar diyerek özünde “okulsuzlaştırma” olan 4+4+4 eğitim sistemini dayatarak, devlet eliyle dinci vakıfların eğitimi desteklenmektedir. Halkın din duyguları kullanılarak, bir yandan kadınlarımız ayrıştırılıyor, diğer yandan kimliksizleştiriliyor. 
Çözümsüz değiliz. Kadınlarımızı “bir lokma-bir hırka” felsefesine “kul” yapmaya çalışan ve ülkemizin yağmalanması için  “siyasi proje” olan partinin iktidardan uzaklaştırılması, ülke sorunları ve kadın sorunlarının çözümünde ilk ve önemli bir adım olacaktır.
Oğullarımızın kanlarının küresel çeteye akıtılmayacağı, yalnızca kadın olduğu için ötekileştirilmeyen, çocuklarımızın çocuk yaşta gelin, 11 yaşında tamirci çırağı olmadığı,  kadınlarımızın ezilip sömürülmediği, barış ve umut dolu yarınların özlemi ile tüm kadınlarımızın “8 Mart Dünya EMEKÇİ Kadınlar Günü” nü kutluyoruz.

YÖNETİM KURULU ADINA:                           
                          SERPİL YAVUZLAR - FERAY SELEK
                                                                                       ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ YÖNETİM KURULU ÜYELERİ

3 Mart 2020 Salı

3 Mart 1924 Devrim Yasalarının 96 yılı


3 Mart 1924 Devrim Yasalarının 96 yılında demokrasinin tüm olanaklarını kullanarak iktidarı ele geçiren  “dinci faşist” karakterli siyasal iktidar yalnızca devrim yasalarını değil, Cumhuriyetin tüm kazanımlarını tersyüz etmiştir. Tüm faşizan baskılara, siyasal düzenbazlıklara karşın halkın ezici bir çoğunluğu devrim yasalarının ve cumhuriyetin kazanımlarının korunması, yaşatılması konusunda direnmektedir.
Bu nedenle yalnız devrim yasalarını değil, laik demokratik cumhuriyeti tüm kurumları ile çağın gereklerine göre yeniden ve bir kez daha kurmak öncelikli görevdir.  
Kendini ilerici, yurtsever, Kemalist, solcu, devrimci, antiemperyalist, laik, demokrat olarak tanımlayan herkesin “ama”, “fakat” demeden Emperyalizmin taşeronu, “dinci faşist” karakterli siyasal iktidarı uzaklaştırma görevinde iş ve güç birliği yapmaları yaşamsal önemdedir.
Ulusal Eğitim Derneği Isparta Şubesi

13 Şubat 2020 Perşembe

ŞEYH SAİT AYAKLANMASI VE İNGİLİZLER


Şeyh Sait ayaklanması, 13 Şubat 1925 günü başladı 15 Nisan’da bastırıldı. 49 Kişi asılarak idam edildi. Şeyh Sait’ten 6 ay önce, Hakkâri’de yaşayan ve Nasturi papazlarından Nastoris tarafından kurulan Nastur tarikatına bağlı Süryaniler ayaklanmıştı. Bu ayaklanma, İngiltere’nin Musul sorununun ele alınması için Milletler Cemiyeti’ne başvurmasından bir gün önce başlamıştı. İngiliz subaylar, Nastur halkını örgütlemiş, İngiliz uçakları ayaklanmacıları desteklemişti. Şeyh Sait ayaklanması ise, İngiliz işgal güçlerinin Kuzey Irak’ta sıkıyönetim ilan ettiği, subay izinlerinin kaldırıldığı, birliklerini Musul’a taşıdığı günlerde ortaya çıktı. O günlerde Büyük Britanya Sömürgeler Bakanı, Musul’a gelerek denetlemelerde bulunmuş, güçlü bir İngiliz donanması Basra’ya hareket etmişti.


Toprak Ağası Şeyh Sait

Şeyh Sait, bölgedeki Nakşibendi Tarikatı’na bağlı Sünni müridlerin önderi, okuma yazma bilmez bir toprak ağasıydı.1 Koyun sürülerini, aşiretine bağlı köylerin arazilerinde otlatır, köylülere ücretsiz çobanlık yaptırırdı. Dinsel konumunu kullanarak, onların sırtından büyük bir servet edinmişti. ‘Ankara’nın Türkleşmiş yeni hükümeti’2 onu rahatsız ediyor, Osmanlı döneminden alıştığı ayrıcalık haklarını yitirerek ‘derebeyliğinin’ zarar göreceğine inanıyordu. Bunu önlemek için dini etkisini kullanarak, Kürt aşiretlerini ‘Kemalist hükümetin kafirce siyasetine karşı’ ayaklanmaya çağırdı; ‘Allah’ın emriyle cihat ilan etti’.3
Ayaklanmadan önce, Şırnak Aşireti Reisi Abdurrahman Ağa, Bağdat’taki İngiltere Başkomiserliğine bir mektupla başvurmuş, ‘Kürt milletinin hukukunu elde edip hükümetini kurmasına kadar, savaş mühimmatı konusundaki eksikliklerimizi, yapacağınız gizli yardımlarla giderebiliriz’4 demişti. Ayaklanma sanıklarından Kemal Feyzi, yakalandıktan sonra mahkemede ‘Ben bağımsız bir Kürdistan kurulması için çok çalıştım. Bu çaba için yıllarca aşiretler içinde yaşadım... Şimdi, birçok kimse gibi, önceden var saydığım ve uğruna mücadele ettiğim şeyin bir hayal olduğunu anlamış bulunuyorum. Ortada millet denilecek bir Kürt topluluğu yokmuş’ dedi.5
Şeyh Sait’in başlattığı ayaklanma, tüm Kürt ayaklanmalarında olduğu gibi dışarıyla bağlantılıydı. İngilizler, zengin petrol yatakları nedeniyle Musul ve Kerkük’ten çıkmak istemiyor; Kürtleri, kurulmakta olan yeni Türk devleti üzerinde baskı oluşturacak bir araç olarak kullanıyordu. Mustafa Kemal, 1919’da Sivas Kongresi’nde yaptığı konuşmada, ‘İngilizlerin amacının, parayla ülkemizde propaganda yapmak ve Kürtlere Kürdistan kurma sözü vererek, bize karşı suikast düzenlemek olduğu anlaşılmış ve gerekli önlemler alınmıştır’ demişti.6
Zaferden sonra 14 Ocak 1923’te Eskişehir’de yaptığı konuşmada, Musul-Kerkük sorununa değinirken, bu soruna bağlı olarak Kürt devleti konusunu da ele almış ve şunları söylemişti: “Musul-Kerkük kadar önemli olan ikinci konu, Kürtlük sorunudur. İngilizler orada (Kuzey Irak’ta) bir Kürt devleti kurmak istiyor. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Bunu engellemek için sınırı güneyden geçirmek gerekir”.7
Mutki Aşireti Reisi Muşlu Hacı MusaKürt Azadi (İstiklal) Cemiyeti adlı gizli örgütün ilk başkanıydı. Bu örgüt 1923’te, Erzurum’da kurulmuş, ilk kongresini 1924 yılında yapmıştı. Şeyh Sait‘1925 Mayısı’na dek ayaklanma düzenlenmesine, gerekli dış yardımın İngiltere ve Fransa’dan alınmasına’ karar verilen bu kongrede örgüte üye olmuştu.8

İngiliz Politikası

İngiltere’nin İstanbul Büyükelçilik görevlisi Kidston, 28 Kasım 1919’da Londra’ya gönderdiği yazanakta (raporda), ‘Kürtlere ne kadar güvenmesek de, onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir’ diyordu.İngiltere Başbakanı Lloyd George ise, 19 Mayıs 1920’de San Remo’da yapılan Konferans’ta ‘Kürtlerin arkalarında büyük bir devlet olmadıkça varlıklarını sürdüremezler’ diyor, bölgeye yönelik İngiliz politikası için şunları söylüyordu: “Türk yönetimine alışmış olan Kürtlerin tümüne yeni bir koruyucu kabul ettirilmesi güç olacaktır... İngiliz çıkarlarını, dağlık kesimlerinde Kürtlerin yaşadığı Musul ve içinde bulunduğu Güney Kürdistan ilgilendirmektedir. Musul bölgesinin, öteki bölümlerinden ayrılarak yeni bağımsız bir Kürdistan Devleti’ne bağlanabileceği düşünülmektedir... Ancak bu konuyu anlaşma yoluyla çözmek çok güç olacaktır”.10
İngiliz Hükümeti, ‘anlaşma yoluyla çözmenin güç olduğu’ bu sorunu aşmak için, doğal olarak silahlı çatışma yolunu seçti. Bu iş için, para ve siyasi koruma önererek kimi Kürt aşiretlerini kullandı. Musul ve Kerkük bölgesini, Misakı Milli sınırları içinde gören yeni Türk Devleti’ni güç durumda bırakmak için, Doğu ve Güneydoğu’da karışıklıklar çıkarmaya yöneldi. 6 Mart 1921’de başlayan Koçgiri Ayaklanması, Yunanlıların Bursa’dan saldırıya geçmelerinden iki hafta önce ortaya çıktı. 7 Ağustos 1924’te başlayan Nasturi Ayaklanması, İngiltere’nin Musul sorununun ele alınması için, Milletler Cemiyeti’ne başvurmasından bir gün önce başladı.11
Ayaklanmaya verilen İngiliz desteği için, Fransız tarihçi Benoit Méchin şu yorumu yapmıştı: “Şeyh Sait ayaklanması yeni devletin tekil (üniter) yapısına ve yasaların ülkenin tümünde uygulanabilirliğine bir meydan okumaydı... Kemalist rejimin güçlenmesini önleyeceği düşüncesiyle, İngiltere, olayları kışkırtmak için Kürt başkaldırısını körüklüyordu. Bu cerahatlı yarayı, ayaklanmacılara yiyecek ve silah yardımı yaparak, Türkiye’nin ensesinde tutuyordu”.12

Raporlar

Ayaklanmanın başladığı günlerde, Bağdat’taki Fransız Komiserliği Paris’e 40 sayfalık bir rapor gönderdi. Ortadoğu’da, birbiriyle çelişen Fransız-İngiliz çıkarlarını ve buna bağlı olarak Kürt-İngiliz ilişkilerini irdeleyen raporda, Şeyh Sait’ten de söz ediliyor; şunlar söyleniyordu: “Şeyh Sait, 1918 yılından beri amacı İngiliz Mandası altında bir Kürt devleti kurmak olan İstanbul Kürt Komitesi’ne bağlı olarak çalışmaktadır. Şeyh Sait, 1918’de, Kürdistan Bağımsızlığı Türkiye Komitesi lideri Abdullah Bey tarafından, İngilizlerin Kürt politikasındaki temel unsurlardan olan Binbaşı Noel’le ilişkiye geçirildi...”13
Şeyh Sait ayaklanması sürdüğü günlerde Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği, Paris’e gönderdiği bir başka raporda şunları söylüyordu: “Kürt ayaklanması, birdenbire kendiliğinden ortaya çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteğiyle ayaklandı. Bölgede çıkan olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e ve Ankara’daki Meclis’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır... Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak veremezdi. Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran Komisyon’da, Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlamayacağını gösterecekti”.14
Şeyh Sait ayaklanmasını İngilizlerle birlikte, devrik Padişah Vahdettin de destekledi. San Remo’daki villasında, Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve Serbesti Gazetesi sahibi Mevlanazade Rıfat’tan “Kürdistan olayları” hakkında sürekli bilgi alıyor ve aldığı bilgiyi Bükreş’te kurulmuş olan Hilafet Komitesi’ne iletiyordu. Bu komite, Damat Ferit ve eski İçişleri Nazırı Mehmet Ali önderliğinde, Türkiye’de hilafetçi bir darbe hazırlıyordu.15

Önlemler; Takrir-i Sukûn ve İstiklal Mahkemeleri

Ayaklanmanın yayılması nedeniyle, sonuç getirecek etkili önlemlerin alınması gerekiyordu. Meclis, özel yetkiler içeren ‘Takrir-i Sukûn Kanunu’nu, kabul etti. Üç gün sonra İstiklal Mahkemelerinin savcı ve yargıçlarını seçti.16 Türkiye, yeni bir döneme giriyordu. İki yıllık geçici bir süre için (bir kez uzatılacaktır) çıkarılan Takrir-i Sukûn Kanunu, yeni devletin yerleşip güçlenmesi uğraşısına katkı sağlayacak, Türk Devrimi’nin doğal akışını kolaylaştıracaktı. Cumhuriyet, demokrasi ya da insan hakları adına, kendi varlığına yönelen karşı devrime izin vermeyecekti. Bu amaçla, Vatana İhanet kavramını genişleten yasa değişikliği kabul edildi. Bundan böyle, ‘dinin siyasi çıkar için kullanılması’, devlet güvenliğini tehlikeye atan eylem sayılacak ve vatana ihanetle suçlanacaktı.17
1925 Mart sonunda askeri hazırlık tamamlandı, bütün ayaklanma bölgesi çember içine alındı. Olanakların sınırlılığına karşın hızlı davranılmış; bir ay içinde İran, Suriye ve Kuzey Irak’a giden tüm kaçış yolları kesilmişti. Nisan ortasında, Şeyh Sait ve yanındakiler kuşatıldı. Durumu umutsuz gören Şeyh Sait, yenilgiyi kabul ederek kendi isteğiyle teslim oldu. Üzerinde ‘çeşitli belgeler’ ve yetkilileri şaşırtacak kadar çok altın çıktı.18
Doğu İstiklâl Mahkemesi’ne, ayaklanmayla ilgili olarak 389 sanık getirildi. Savcı, iddianamesinde; yönetici konumda olan sanıkların, ‘din perdesi altında, dinle ilgisi olmayan’ eylemleriyle, ‘vatana ihanet’ suçunu işlediklerini, bu nedenle ölüm cezasıyla cezalandırılmaları gerektiğini belirtti. Kırk sekiz kişi, idama mahkum oldu; bir bölüm sanık hapis cezasına çarptırıldı, bir bölümü suçsuz bulundu. Kimi aşiret reisleri ve ağalar, Batı bölgelerinde oturmaya zorunlu kılındı; Doğu’da, kimi bölgelere göçmen yerleştirildi.19 Metin Aydoğan

DİPNOTLAR

1       “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.465
2       “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.465
3       “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.465
4       Örgeevren, Dünya, 4-5 Haziran 1957; ak. Uğur Mumcu a.g.e. sf.116
5       Dünya, 05.06.1957; ak. Uğur Mumcu, a.g.e. sf.117
6       “Sivas Kongresi Tutanakları” Uluğİğdemir, TTK, Ank.-1969 sf.78; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” 19.Basım, sf.21
7       “Eskişehir İzmir Konuşmaları” Kaynak Yay., İst.-1993, sf.95
8       “Şeyh Sait İsyanı” Martin Van Bruinessen, Özgür Gelecek, Şubat 1969, sf.28-29; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” 19.Baskı, sf.56
9       “İngiliz Belgelerinde Türkiye” Erol Ulubelen, Çağdaş Yay., 1982, sf.195; ak. U.Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19. Bas., 1995, sf.24
10     “Sevr Anlaşmasına Doğru” Osman Olcay, SBF Yay., Ank.-1981, sf.121; ak. U.Mumcu,“Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19.Bas. 1995, sf.28
11     “Kürt-İslam Ayaklanması” U.Mumcu, Tekin Yay., 19.Bas., İst.-1995, sf.51
12     “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.268
13 “Fransız Dışişleri Bakanlığı Gizli Belgeleri”, E-Levant (1918-1929) Kürdistan Caucase Servisi, Vol.101, sf.25; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması”Tekin Yay., 19.Baskı, İst.-1995, sf.168
14  “Fransız Dışişleri Bakanlığı Gizli Belgeleri”, E-Levant (1918-1929) Kürdistan Caucase Servisi, Vol.101, sf.25; ak. Uğur Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19.Baskı, İst.-1995, sf.97
15     “Osmanoğullarının Son Padişahı Vahdettin Gurbet Cehenneminde” Mümtaz Tarık Göztepe, Sebil Yay., sf.158; sk. U.Mumcu, “Kürt-İslam Ayaklanması” Tekin Yay., 19.Baskı, İst.-1995, sf.59
16     “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Yay. 3.Bas., 2001, sf.193
17     “İkinci Adam”Ş.S.Aydemir, Remzi Kit. 6.Baskı, İst. 1984, sf.301
18     “Tek Adam”Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.226
19     a.g.e. Sf. 227