13 Eylül 2014 Cumartesi

Atatürk’ün Partisini Ele Geçiren Bir Avuç Devşirme




RTE ye Cumhurbaşkanlığını altın tepsi ile sunma operasyonun da enstrüman olarak kullanılan Ekmelleddin kamburundan kurtulmak, yükselen tepkinin “gazını almak” amacıyla yapılan CHP 18. Olağanüstü kurultayı sona erdi.
Yangından mal kaçırırcasına yapılan ve sonucu başından belli olan Kurultaya Kemal Kılıçdaroğlu'nun “YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTINDA TÜRKİYENİN KOYDUĞU ÇEKİNCELERİ KALDIRMA”  sözü vermesi damgasını vurdu.
                                                                                               Peki, nedir bu “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”?
Bunu anlayabilmek için, Yerel Yönetimler Özerklik şartının” alt yapısını, hukuksal dayanağını oluşturan, Türk halkının “İKİZ YASALAR” olarak adlandırdığı “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi” Birleşmiş Milletler tarafından 16 Aralık 1966 da kabul edilerek 3 Ocak 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. “Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesi” ise yine BM hazırlanıp, kabul edilmiş ve  23 Mart 1976’da yürürlüğe girmiştir.
37 yıldır TBMM’nin reddettiği bu sözleşmeler 4 Haziran 2003 tarihinde AKP ve CHP’nin oylarıyla al el-acele Meclis’ten geçirilmiş, tüm karşı koyuşlara karşın, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler olarak tarihe geçecek olan bu sözleşmeler,  Sevr antlaşmasının TBMM eliyle hortlatılmasıdır. Ayrılıkçı, bölücü, mezhepçi, tarikatçı faaliyetler meşrulaştırılmış,  bu faaliyetlerin yasal dayanağı oluşturulmuştur. 
Bilindiği üzere TC Anayasasına göre TBMM tarafından onaylanan uluslararası sözleşmeler İç hukukun üzerinde yer alır. Bunun anlamı, bu yasalardan doğacak mağduriyet ve zararlara karşı TC sınırları içinde hiçbir mahkemede dava açılamaz. 
Peki, bu yasaların oluşturduğu tehditler nedir?
Adı geçen her iki sözleşmenin 1. maddesinde yer alan,
 A. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
B. Bütün halklar, ........, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.
C. ...... Bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir. Denmektedir.
Hemen hatırlatalım. Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’nden bu yana gerçekleşen burjuvacı demokratik devrimler, ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalist devrimlerin temel bir ilkesi, “ulusların kendi kaderini belirleme hakkı” idi.  Ne var ki bu ilke 21. yüzyılın başında emperyalizmin kurnaz mimarlarınca tersine çevrildi ve “Ulus” sözcüğünün yerine “halk” sözcüğü kondu. Uluslara değil halklara vurgu yapıldı ve şimdi de “azınlıklar” deniliyor. Böylece bir ulus devlette birden fazla halktan söz etmek, dolayısıyla birden fazla devlet kurma iradesinden söz etmek mümkün hale geldi.
Buradaki amaç, üniter-ulus yapılı devletlerdeki “mikro milliyetçilik, etnik, mezhepsel ayrılıklar” körüklenecek, 200 kadar olan devlet sayısının her anlamda güçsüz 5000 devletçiğe çıkarılarak, sömürüye itiraz edemeyecek, işgale karşı savunmasız bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasıdır.
                                                                                               Ulus/üniter devlet yapısı içinde yüzlerce yıldır birlikte yaşayan “halkların” “kendi siyasal statülerini serbestçe tayin” edebileceklerine ilişkin “İkiz yasalar” nasıl uygulanacaktı?
 İşte ulusları etnik, dinsel, mezhepler temelinde tamamen ayrıştırmaya yönelik, yerelleşmeyi güçlendirip, ulus/üniter devletletlerin merkezî yapısını çözmeyi amaçlayanYerel Yönetimler Özerklik Şartı“İkiz yasalar”ın uygulamaya ilişkin ortaya çıkması olası sorunların nasıl çözümleneceğine ilişkin düzenlemeleri içermektedir. 
Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı 1988 yılında imzaladı. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu 1991 yılında (Bazı maddelerine çekinceler konularak) TBMM tarafından onaylandı.
Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 3. maddesinde de “Özerk Yerel Yönetim Kavramı” şöyle tanımlanıyor:
“Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yürütme hakkı ve imkânı anlamı taşır”.
“Yerel makamlara verilen (bu) yetkiler, normal olarak tam ve münhasırdır” (Md. 4/4). Anlaşmayı imzalayan devletler, “yerel yönetimlerin (bu) temel yetki ve sorumluluklarını anayasa ya da kanun ile belirlemek” zorundadırlar (Md. 4/1).
Anlaşmaya göre;  yerel yönetimlerin coğrafi sınırlarını da ilgili devlet dilediği gibi belirleyemez. Bunun için o bölgede yaşayan yerel topluluklara danışmak zorundadır (Md.5).”
Anlaşmada “özerk yerel yönetimler”in ekonomik altyapısı da unutulmamış: “Yerel makamlara kendi yetkileri dâhilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar sağlanacak”!
 Sözleşmenin diğer maddeleri; “Yerel yönetimlerin kendilerini alâkadar eden konularda ve karar süreçlerinde dikkate alınmasını, yerel yönetimlerin iç örgütlenmelerinin kendileri tarafından belirlenmesini, mali kaynak sağlanırken yerel yönetimlere önceden danışılmasını, onlara tanınmış yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmelerini” içermektedir.
Şimdi anımsayalım; “İkiz yasalar”ın 1. Maddesi ne diyordu. “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir.”
Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” ne diyor? “Özerk yerel yönetim kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yürütme hakkı ve imkânı anlamı taşır”
CHP Genel Başkanının BOP eş başkanı ile birlikte “YENİ ANAYASA” diye yırtınmasının, “açılım” adı altında ülkenin parçalanmasının önündeki taşları temizlemesinin altında ise Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 4. Maddesi yatmaktadır.  Buna göre; “Anlaşmayı imzalayan devletler, yerel yönetimlerin (bu) temel yetki ve sorumluluklarını ANAYASA YA DA KANUN ile belirlemek zorundadırlar (Md. 4/1).
Türkiye’nin  “Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na koyduğu şerhi kaldırması demek;
 “Yerel makamların kendi iç idari örgütlenmelerini, kendilerinin kararlaştırabilmelerini, yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenlemeler yapabilmelerini”,
 “Yerel makamlara yapılan hibelerin belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşıyabilmesini”,
“Yerel yönetimlerin kendi yetkilerini serbestçe kullanabilmek için özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olabilmesini” kabul etmesi ve buna uygun bir “Anayasal düzenleme”  yapması demek.
Tüm bunlara  ''Bölge kalkınma ajansları sayesinde, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve buna bağlı olarak özerk bölgeler oluşturulması,''  Büyükşehir Yasası”  ile fiilen çizilen  “eyalet” haritası da eklendiğinde, Türkiye’nin AKP ve ''Türk kimliği ırkçıdır” diyen TESEV üyesi Kemal Kılıçdaroğlu tarafından adım adım nasıl uçuruma sürüklendiğinin, küresel haydutlarca tek bir kurşun bile atmadan nasıl ele geçirildiğinin fotoğrafı net olarak ortaya çıkmaktadır. 
Günümüzde artık Emperyalizm,  kendi askeri ve silahları ile saldırmıyor. İşgal etmek istediği ülkelerde içeriden “Fulbright Bursları, AB fonları, Soros vakıfları(TESEV gibi)  aracılığı ile yandaşlar devşiriyor. O ülkenin ulusal değerleri üzerinde yanlış/yalan bilgileri devşirdiği adamları aracılığı ile millete yayıyor.  Ulusun ortak aklı denen, toplumsal hafızaya kirli bilgiler girdikçe,  ulusun yurttaşları arasında kavram kargaşası,  etnik, dinsel, mezhepsel kavga alanları yaratılıyor.  Böylece toplumsal bunalım, karmaşa, ayrışma, çözülme süreci oluşturuluyor. Yaratılan bu ortam, emperyalizmin rahatlıkla at koşturacağı verimli alanlardır. Bir tane asker sokmadan, bir tane kurşun atmadan,  hedef ülkenin beyinleri devşirilmiş kendi yurttaşları aracılığı ile hedeflerine ulaşmaktadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün Partisini ele geçiren bir avuç devşirmenin yadsınamaz katkı ve desteği ile   “Atatürk Türkiye si” olmaktan çıkartılıyor. Giderek artan bir hızla kendine yabancılaştırılıyor.
Uyanık olmak, Atatürk Türkiye’sine sahip çıkmak her Türk Yurttaşının namus ve onur görevidir.. 13.09.2014
Mahmut ÖZYÜREK






10 Eylül 2014 Çarşamba

2014-2015 Eğitim ve Öğretim Yılı Başlarken Gericileşme Süreci ve “Fulbright Antlaşması”



2014-2015 yılı Eğitim ve öğretim döneminde, ülkemizde ilk, orta ve yükseköğretim dâhil olmak üzere, 23 milyon 700 bin öğrenci,  başka bir deyişle, ülke nüfusunun yaklaşık üçte biri demokratikliği, laikliği, bilimselliği yok edilmiş bir sistemle karşı karşıyadır

Eğitimi,  içinde bulunduğu sistemden bağımsız değerlendirme yanılgısı bizi,  yıllardır yerel ve uluslararası sermayenin toplumsal yaşamın tüm alanlarında, ama ilkönce ve her şeyden önce eğitim alanında ördüğü/ örgütlediği Siyasal dinci-gericiliğin meşrulaştırılmasına ve dolayısıyla emperyalizme bağımlılığın meşrulaştırılmasına götürür.

AKP iktidarının gerici ideolojiye yaslanan ve bunu derinleştiren politikaları göz önüne alındığında, halkın bağımsız siyasetinin olmazsa olmaz başlıklarından birisi gericiliğe karşı mücadeledir. Siyasal dinci-gericiliğe karşı mücadele, siyasal dinci-gericiliği besleyen, palazlandıran ana damar olan emperyalizmle karşı mücadele ile özdeştir. Başka bir söylemle emperyalizmi alt etmeden siyasal-dinci gericiliği alt etmek olanaksızdır. Hesaplaşmayı dinci-gerici siyasal sistemin temel dayanağı olan emperyalizmle yapmayı göze alamayan her hareket tali sorunları öne çıkarıp dinci faşist sistemin eğitimini aklayıp meşrulaştırılmasına hizmet eder.

Diğer taraftan Eğitim sisteminin “hem kadrolarıyla hem müfredatıyla hem de yaşam alanı olarak” dinci gericilik ekseninde yapılandırılması yalnızca son 12 yıllık dönemin ürünü değildir. Elbette Yerel ve uluslararası sermayenin koruyuculuğunda, devlet-siyasal iktidar, ticaret-  cemaat-tarikat-vakıf ilişkileri etrafında örgütlenen İslamcı gericilik, AKP ile birlikte aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda, kendinden önce iktidar olan siyasal partileri çok gerilerde bırakmıştır. 

Eğitim sistemi içinde siyasal dinci gericiliğin yaygınlaşıp, kurumsallaşmasında bir dönüm noktası olan 1947 yılı, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak emperyalizmin kollarına teslim edildiği tarihtir.

Bu tarihten başlayarak, söz konusu gericileşme süreci boyunca, Köy Enstitüleri kapatılmış, ezanın Türkçe okunması uygulamasına son verilmiş, Kuran’ın Türkçe meallerinin yayınlanması eski hızını kaybetmiş, Kuran kurslarının sayısı büyük ve baş döndürücü bir artış göstermiştir.

Bu tarihten başlayarak, imam-hatip liseleri kurulmuş ve yaygınlaştırılmış, yasa dışı ve kaçak kursların açılmasına müdahale edilmemiş, Cumhuriyet Devrimi Kanunları rafa kaldırılmış, tarikat yapılanmaları teşvik edilmiş, tarikatların siyaset ve ülke yönetimi üzerinde çok büyük oranda söz sahibi olmaları gündeme gelmiş, dinci partilerin sayısında bir patlama olmuştur.

Türkiye daha 25 yıl önce, yani 1920'lerde kan ve can bedeli ülkesinden kovduğu emperyalizme,  gericileştirme operasyonu ile yeniden teslim edildi.

Peki Nasıl?

Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendirildi.

“Fulbright Antlaşması”  gereği 27 Aralık 1949 tarihinde Türkiye ve ABD hükümetleri arasında "Eğitim Komisyonu" kurulmuştur. "Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi Amerikan büyükelçisi verecektir.”

Komisyonun ABD vatandaşı olan dört üyesinden ikisi elçilikteki CIA mensupları arasından seçilmektedir. Böylece CIA, Milli Eğitim Bakanlığı’na ve diğer bakanlıklara rahatça sızma olanağı bulmuş ve komisyon üyesi sıfatıyla öğrenci ve eğitim üyeleri arasında ajanlar devşirmekte hiçbir güçlükle karşılaşmamışlardır.

Bu Komisyon, «T.C. Hükümeti tarafından sağlanacak paralarla finanse edilecek eğitim programının idaresini kolaylaştırmak için ihdas ve tesis edilmiş bir teşekkül olarak Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri Hükümetleri tarafından» tanınmıştır.

Fulbright Antlaşmasının 5. Maddesi; Türk Hükümetinin himayesinde, her türlü Türk denetiminin dışında, Türk Eğitimi hakkında araştırma yapması, bilgi toplaması, gerekli Amerikan memurlarını uzman ve araştırmacı olarak okul, üniversite ve Bakanlıklara yerleştirmesi ve benzeri faaliyetlerini kolaylaştırmak amacını sağlamak için getirilmiştir.

Böylece Milli Eğitim’de eğitim plânlamasından öğretmen yetiştirilmesine ve programların geliştirilmesine kadar tüm eğitim –öğretim Amerikalı uzmanların emir ve yönetimine devredilmiştir. Bu tür bir uygulama, ancak sömürge ülkelerinde görülür.

İki örnek verelim. Fulbright Eğitim Komisyonunun aldığı ilk karar;  ülkemizde yabancı dilde eğitim veren okulların açılması ve yaygınlaştırılmasıdır.

İkinci örneğimiz İlkokul Müfredat Programının 62. Maddesinin değiştirilmesi kararıdır. Buna göre  “Eski programdan Bağımsızlık, Devletçilik Lâiklik, Devrimcilik, Fransız devrimi, Reform hareketleri, Halkın aydınlatılması, Ulusal ekonomi, Devletin vatandaşlara karşı görevleri... Gibi konular çıkarılmış, yeni programa, Unesco, NATO günü, Demokrasi, Dinsel bayramlar... Gibi konular eklenmiştir.”

Böylece Türk toplumunun muhtaç olduğu, uyanık, üretici, bağımsızlıktan yana, laik devrimci insan yetiştirme amacı yerine, Amerika’ya bağlı, toplum ve ülke çıkarlarının pek farkında olmayan, geleneklere bağlı ve genel olarak tüketici insanlar yetiştirilmesi amacına yönelinmiştir.

Bu yüzden bugün, örneğin okul programlarımız toplum ve ülkenin gerçek ihtiyaçlarından ve ulusal çıkarlara uygunluktan uzaklaştırılmış, ABD’nin yani emperyalizmin istediği gerici, piyasacı ve cinsiyetçi “tek tipçi” sistem egemen kılınmıştır.

”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın imzalandığı ve “Fulbright Eğitim Komisyonu’nun kurulduğu dönemde Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ, Başbakan önce MEHMET RECEP PEKER sonra HASAN SAKA, Milli Eğitim Bakanı -Reşat Şemsettin Sirer’dir.

27 Aralık 1949 tarihinde kurulmuş olan Fulbright  Eğitim Komisyonu, 65 yıldır aralıksız yürürlükte kalmıştır ve halen yürürlüktedir.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte kurulan Atatürkçü oldukları iddiasında bulunan hükümetlerin hiçbirisi, bu anlaşmayı ortadan kaldırmayı düşünmedi.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte “Hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı” kalacağına, namusu ve şerefi üzerine ant içen hiçbir milletvekili bu antlaşmaya karşı ciddi bir mücadele vermedi.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte “Atatürkçülük” iddiası ile kurulan (iktidar olan-olmayan) siyasal partiler bu antlaşmaya karşı çıkarak toplumsal bilinç ve muhalefet oluşturmayı düşünmediler.

O tarihten günümüze kadar olan süreçte; Atatürkçülük iddiası ile kurulan örgütlenmeler, bu antlaşmanın kaldırılması için kamuoyu yaratarak hükümetler üzerinde baskı kurmaya yönelmediler.

Emperyalizm, hâkimiyet kurmaya çalıştığı ülkelerde toplumsal gericiliğin en büyük destekçisi olarak öne çıkar. Günümüzde Eğitim sisteminin “hem kadrolarıyla hem müfredatıyla hem de yaşam alanı olarak” dinci gericilik ekseninde yapılandırılması, 1947 den bu yana ABD’den icazet alarak iktidar olan, emperyalizmin taşeronu hükümetlerin eseridir.  12 yıllık AKP iktidarı ise bu sürecin en pervasız son halkasıdır.

Sonuç olarak Türkiye’de eğitimin, akılcılığın ve bilimin bileşimi olan Atatürkçü düşünce temelinde,  özgür düşünen, eleştirel aklı yol gösterici olarak benimseyen bir yapılanmaya dönüştürülmesinin olmazsa olmaz koşulu,   toplumsal gericiliğin en büyük destekçisi olarak öne çıkan Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı ilkeli, kararlı bir mücadele ile olanaklıdır.  Yoksa yalnızca AKP iktidarından kurtulmuş olmak, “emperyalizmin at değiştirmesi” dışında bir anlam taşımaz. 09.09.2014

Mahmut ÖZYÜREK




8 Eylül 2014 Pazartesi

"Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” “ 27 Aralık 1949 Tarihli Anlaşma”/Gülsev Eyüboğlu




Türkiye ile ABD arasında 5 Aralık 1938 yılında yapılan Ticari Anlaşma(gizli)ile başlayan dostluk(!) her geçen yıl hızla perçinleşiyordu. Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK"ÜN; 10 Kasım 1938 günü bedenen TÜRK Ulusundan ayrılışının 25. günü ABD ile yapılan 5 Aralık 1938 Anlaşmasının içeriği acaba "Wilson"cular Birliğinin "ABD ye yazdığı "manda" protokolünün maddelerini mi içeriyordu? Kim bilir!

       Bu arada ABD ile geçmişe bir göz atalım.

      7 Mayıs 1830 Osmanlı-ABD arasında ilk anlaşma ile Amerikalılar Osmanlı İmparatorluğu içinde (En ziyade müsaadeye mazhar devlet) imtiyazını aldı.

1830 anlaşması ile Amerika Barış Gönüllüleri ile Osmanlı İmparatorluğunun içine dağıldı. Amerika"nın bu Barış Gönüllüleri Örgütünün ad ı"American Board of Commissioners for Foreing Missions" dur. (http://www.trussel.com/kir/gilbiba.htm)
Amerikan"ın Türk Topraklarında yetiştirdiği birinci dönem "yerli misyonerler" görevlerini yaptılar ve Türk İmparatorluğu parça parça dağıldı. Son görevleri ise Haçlılarla yaptıkları 30 Ekim 1918 Mondros Anlaşması ile de fiilen yeryüzünde Türk Devleti bırakmadılar! Türk toprakları artık işgal altındaydı.
Ancak birinci nesil  "yerli misyonerler", güle oynaya işgal ettirdikleri TÜRK Yurdunda, karşılarında Gazi Mustafa Kemal Paşa"nın önderliğinde asla zincirlenemeyen Asil TÜRK Ulusunu buldular.
Sonuç 29 Ekim 1923,10000 yıllık Batı Türk Devletinin devamı Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Ancak birinci nesil "yerli misyonerler" 11 Kasım 1938 günü yeniden harekete geçtiler.
Durmak yok, yola devam...

     27 Aralık 1949 "Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu" Anlaşması:

    Türkiye"de "Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu" adı altında tamamen ABD"nin yönlendirdiği ve asla TÜRK Ulusu"nun bilmediği Kurum oluşturuldu. Komisyon Bir Başkan ve 8 üyelidir. Dört Amerikalı dört Türk üye ve başkan Amerika"nın Ankara Büyükelçisi. Tamamen ABD Kanunlarına tabi olarak çalışan bu Komisyonun çalışanları olan Amerikalıların neler yapacakları, amaçlarını sadece Amerikalı Komisyon üyeleri bilecek ve tek emir alacakları yer ABD Dışişleri Bakanlığı olacaktır. Ayrıca anlaşma şartlarında, bu komisyonda görevli hem Türk hem de ABD"li üyelerin kime karşı sorumlu olacaklarına dair madde yoktur.

"Amerikan Eğitim Komisyonu"nun finansını Türk Hükümeti karşılayacak, Türk Hükümetinin himayesinde olacak ancak her türlü Türk Kurumları ve Türk Yasalarının dışında olacaktır.

      TÜRK Milli Eğitim Sistemi hakkında tüm Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde araştırma yapması, bilgi toplaması, gerekli ABD Memurlarını, uzman ve araştırmacı olarak tüm İlköğretim, Ortaöğretim, Lise, Üniversitelere ve Bakanlıklara yerleştirilerek tüm kolaylıkların sağlanması sağlandı.

Türkiye"de yerleşen Amerikalı Uzmanlar; Türkiye Devleti içerisinde kendilerine yardımcı olacak ve işbirliği yapacak öğrencileri seçtiler.

Bu Seçim ise çok ilginç bir yöntemle sağlandı. Amerikalılar kendilerine yardımcı olacak bu öğrencilerin, geçmişteki soy, sopları, dedeleri ve ninelerini resmi kayıtlardan inceleyerek seçtiler, demek ki birinci nesil "yerli misyonerler" in şecerelerinin kayıtları da ellerindeymiş(!)Kendilerine hizmet edenlerin torunlarını bulmaları da hiç zor olmamıştır!

Batılıların Türk Coğrafyalarında ilk misyonerlik Kurumu 1311 yılında Papalık tarafından kurulan "Şark Dillerini Öğrenme Enstitüsü" dür!

      Soy, sopları incelenen bu öğrenciler ABD ne eğitilmek üzere gönderildiler. Üstelik Amerikalılara yardımcı olmaları için kılı kırk yarılarak seçilen bu öğrencilerin tüm Eğitim Masraflarını ise Türkiye Bütçesinden karşılandı.

Amerika"ya eğitilmek üzere gönderilen T.C.Vatandaşı bu öğrencilerden; birinci grup Amerika"ya yararlı olacaklar olarak seçilerek dolgun ücretlerle ABD de bırakıldılar. İkinci grup ise Eğitimleri tamamlandığında Türkiye"ye gönderildiler.

Türkiye"ye dönenler ise iki gruba ayrıldılar.

Birinci grup: ABD hayranı ve Amerikalılaşanlar.
İkinci grup ise bunların dışında kalanlar (!).

Amerika"da eğitilen tüm bu öğrenciler hakkında her türlü alanda (kişisel, siyasal İstihbari sicil dosyaları hazırlandı.
Türkiye"ye dönen birinci gruptakiler (Amerika hayranı ve Amerikalılaşanlar); Türkiye Cumhuriyeti Devletinin önemli Kurumlarında ve Türk Hükümetlerinin en önemli mevkilerinde görevlendirilmeleri sağlandı! Ayrıca Türkiye"deki Amerikan Yardım Kurulları, Amerikan Şirketleri ve diğer Amerika örgütlerinde görevlere getirildiler. (Peri masalları gibi, sihirli değnekle başlarına talih kuşu konan prensler, prensesler, külkedileri, Peter Pan"lar, Sinderalla"lar. Kader anacım Kader işte! Kıskananlar çatlasın (!).Yaaaa...)

27 Aralık 1949 Eğitim Anlaşması ile Amerikalı Uzmanların o mübarek(!) ellerine teslim edilen TÜRK Eğitim Sistemi ile O barbar Türkler yeniden ıslah ve tanzim edildiler. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK"ÜN önderliğinde kurulan TÜRK Eğitimi; Türk kültüründen, Türk Tarihinden, Türk Örflerinden adım adım koparıldı.

TÜRK"lük bilinci, onbinlerce yıllık TÜRK Tarihi kitaplardan silindi. Batılılara göre Asi General, Türk Ulusuna göre Ebedi Başkomutan(Başbuğ)Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK İlke ve Devrimleri, Türk evladının belleğinden çok çeşitli projelerle silindi, Türk Devleti Türkiye Cumhuriyetin tüm kurucu öğelerinin tamgaları hoyratça kazındı.

    Batılılar, Türklerin planlı bir şekilde bilgisizleştirilmesinden yararlanarak yetiştirdiği bu "ikinci nesil yerli misyonerleri"
 özellikle Türk İmparatorluğunu parçalayan ve İSTİKLAL SAVAŞINA karşı olan ve Türkiye Cumhuriyeti"nin kurulmaması için topyekûn karşı gelenlerin ailelerden seçiyordu.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türkiye"den kaçan ya da Vatan Hainlikleri dolayısıyla İstiklal Mahkemelerinde yargılanan Türk Devletine baş kaldıran isyancıların (Kürt, Ermeni, Arap, Rum, Laz) çocuklarının ya da yakınlarının olmasına çok dikkat edilmiştir. Yani o günün Osmanlılıkçıları, bugünün Türkiyelilik çileri!

     İkinci nesil "yerli misyonerler" Türk Tarihi, Türkiye ve Türkler hakkında çok geniş bilgilerle donatıldılar.
Çünkü "düşmanını ne kadar iyi tanırsan-o kadar kolay yenersin" prensibiyle yetiştirildiler.
Öylesine başarılı oldular ki sinsi planlarını yerine getirmek uğruna TÜRK MİLLETİNİN önüne sözüm ona ATATÜRKÇÜ-TÜRKÇÜ olarak bile çıkarıldılar. Hükümetlerin korumaları altında geniş imtiyazlarla donatıldılar. Hatta her devrin adamları oldular. Komünist oldular, Solcu oldular, Sağcı oldular, Kapitalist oldular, Şeriatçı oldular, Ümmetçi oldular, Milliyetçi oldular, İş adamı oldular, sanatçı oldular, Profesör oldular, Sendikacı oldular, gazeteci oldular, sosyal demokrat oldular, muhafazakar demokrat oldular, Siyasi İslamcı oldular, medya patronu oldular, banka sahibi oldular, müteahhit oldular, IMF"ci oldular, Ermenici oldular, AB"ci oldular, Kürtçü oldular, PKK"cı oldular, Asala"cı oldular, oldular, oldular, oldular, oldular!

     Ancaakkkk hiç bir zaman "TÜRK" olmadılar!

     Çünkü TÜRK olmak "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" Tamgasıdır!
TÜRK olmanın bu onurlu tamgasını dünyaya kabul ettiren Asil TÜRK Ulusunun Ebedi Başkomutanı / Başbuğ Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Temmuz 1909 yılında (ki o gün Yeni Osmanlı Anayasası kabul edildi)İşte bu birinci nesil "yerli misyonerleri" işte böyle anlatıyor!

Dinleyelim...
   "Avrupalılar, her zamankinden daha yırtıcı, Türkiye"nin boğazına sarılmışlardır. Maliyecileri, inhisarları ve imtiyazlarını arttırıyorlar. Daha şimdiden Demiryollarımızın çoğunluğu kontrolleri altındadır. Dönme Cavit, İskenderun Limanını onlara verdi. Bu suretle Anadolu ellerine geçmiş bulunuyor. Türkiye, müdafaasız bir halde çakallar ve akbabaların pençelerine teslim edildi. Bu hale ne zamana kadar tahammül edeceksiniz! Bizi idare eden bu... Üzerimizden silkip atmamız lazımdır. Türkler, ecnebilerin yardım ve müdahalelerinden müstakil yaşamayı öğrenmelidir. Eğer memleketin felakete sürüklenmesini istemiyorsak derhal harekete geçmeliyiz. Türkiye"yi Türklere teslim etmek lazımdır. Ancak bu teslim etmek satılmış Türklere ve tampon askerlere değildir"...

    Ne zaman haykırıyor yıl 1909. O daha 28 yaşında.
    Sonra ne oldu?
    Olanlar oldu!
    Yine Haçlılar, binlerce yıllık kinleriyle Türk topraklarına saldırdılar.
    Geldikleri gibi gittiler!

    Vazgeçtiler mi?
    Hayır...

    İŞTE GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK!
    Tabii ki anlayana!
    Saygıyla   22 Mayıs 2010
    Gülsev Eyüboğlu
   

7 Eylül 2014 Pazar

ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAKLAR




“Devrimin amacını kavramış olanlar sürekli olarak onu koruma gücüne sahip olacaklardır.”
 Mustafa Kemal ATATÜRK
"Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır" Mustafa Kemal ATATÜRK, 1930
Bu yolcu, Atatürkçülüğü kendine yol gösterici olarak benimsemiş, Kemalist düşün sistemini toplum yaşamına egemen kılmayı amaçlayan bir örgütün yönetiminde ise, Atatürk ün bu sözü yakıcı ve yaşamsal bir anlam kazanır. Ufku değil, ufkun ötesini de görüp ve bilmeksizin bu örgütlenmenin en tepesine paraşütle gelmişseniz hem kendinizi, hem de yönetiyorum iddiasında olduğunuz örgütü acınası durumlara düşürürsünüz.
Atatürkçü olmak, Atatürkçülüğü bir yaşam biçimi olarak kavramaktır. Bedel ödemektir. Atatürkçülük bir oyun veya geçici bir heves, emeklilikte meşgul olunacak, tavla oynamaktan sıkıldığınızda zaman geçirecek bir hobi olarak algılanır ve uygulanırsa statükoculuk, icazet, yapaylık, gösteriş, eylemsizlik, bataklığına sürüklersiniz örgütü.
Elden giden Cumhuriyetin yeniden kazanılmasının yol ve yöntemlerini tartışarak çözümler üretmek yerine, 8 Mart’lar da kadınlara karanfil vererek,  29 Ekimlerde görkemli, gösterişli balolar düzenleyerek, geniş halk yığınlarından kopuk Şekilci, şabloncu, slogancı, törensel etkinlik ve eylemler yaparak Atatürkçülük yaptığı sanısına kapılanlar en hafif deyimle “abesle iştigal” edenlerdir. 
Türk halkı son 60 yıl içinde; egemenlerin ideolojik-politik kültürel saldırılarıyla alıklaştırılmış ve gericiliğin değişik tonları içine çekilerek bölünmüş, parçalanmış ve sistemin payandası durumuna getirilmiş, geleneksel tortulardan, dinsel inançların uyuşturuculuğundan, popüler kültürün avutuculuğundan oluşan bir kabuk içine hapsedilmiştir. Bu doğrudur. Kendini Atatürkçü, devrimci, halkçı olarak tanımlayanların da görev ve sorumluluğu tam da bu noktada ortaya çıkar.
 Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi halka dayanan, halka güvenen, inanan ve onu kurtuluşun, bağımsızlığın ve devrimin asıl öznesi durumuna getiren bir "halk adamı" olmayı, halkın devrimci özelliklerini açığa çıkarmayı başarmaktır Atatürkçülük.
Bunu yapmak yerine, yüzeysel, kısa vadeli, kendileri dışında pek fazla okuyanın olmadığı çağrılar çıkartarak halkın güvenini kazanacağını, halkın kendilerini anlayacağını düşünenler ya saf, ya da kendi savundukları düşünceyi kendileri de bilmiyor ve anlamıyor olmalılar.
Halka tepeden bakan, yaşam tarzı ve davranışları ile halkı aşağılayan, anlayıştan yoksun gören sözde Atatürkçümüz, böylesi bir durumda iç dünyasını dışa yansıtır ve hiddetle halkı suçlar.
 2010 yılı Anayasa Referandumu sonrası:
“Evet, oyu verenler gaflet, delalet hatta ihanet' içindedir! “ diyerek bilinçaltına örülmüş halka güvenmeme, halkı aşağılama anlayışını açığa vurur
Bu anlayış aynı zamanda halka, Kemalist düşün sistemine, tam bağımsızlığa, antiemperyalizme ve Kemalist devrime güvensizliğin ideolojik alanda dışa vurumudur. Atatürkçü saflarda mahkûm edilip sökülüp atılması gereken tehlikeli bir virüs ve yaklaşımdır
Halka güven duymamaktan beslenen bu anlayışla; yıllarca yozlaştırılmış tele-vole kültürüyle zehirlenmiş, partilerinin elinde oyuncak olmuş halkın yaşam koşullarının, durumunun doğru algılanması ve buradan doğru mücadele yol ve yöntemleri ile çıkış ve çözümler üretilmesi olanaksızdır.
Halka güven duymamaktan beslenen bu anlayış; yöneticisi olduğunuz örgüt ne kadar gücü olursa olsun yenilginin kaçınılmaz olmasına neden olur.
Bu anlayış diğer taraftan egemenlerin politikalarına yedeklenmeye yol açar.
"Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar" diyor Mustafa Kemal Atatürk
Kemalist devrimin “asıl öznesi” olan halka yabancılaşmış, halkla tüm iletişim yollarını kapatmış,  üzerinize görev olarak yüklenen halkın tepkisini akıtacağı kanallar yaratma sorumluluğunu yerine getirmemiş olanların halka dönüp, "daha ne duruyorsun? Ne zaman adam olacaksın?"  anlamına gelecek çığırtkanlıklar yapmak tam anlamıyla “utanmazlık” ve “aymazlık”lıktır. 
Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Tansel Çölaşan ve ekibi; “Atatürkçüler mutlaka sandığa gitmeli” içerikli açıklamalarını birbiri ardına yaptılar. Seçimlerden sonra ise RTE'nin seçilmiş olmasının sorumluluğunu “sandığa gitmeyenlere” fatura ederek işin içinden çıktılar.
Doğru tavır bu mu olmalıydı?
1-  “Yeni” Türkiye’nin Cumhurbaşkanını halkın doğrudan seçmesi, Mustafa kemal Atatürk’ün kurduğu devlete karşı emperyalist işbirlikçisi, gerici ve bölücülerin temelden bir saldırısıdır. Çünkü onların bu seçimle gerçek amacı; Türkiye cumhuriyetini olabildiğince Atatürk’ten uzaklaştırmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu temeli olan parlamenter demokrasinin yerine Başkanlık sistemini getirmektir.
2-    Bu tarihsel gerçek göz önünde tutulduğunda 10 Ağustosta yapılan olan bu seçimde “sandığa gidin” çağrısı bir anlamda farkına varmadan/veya bilinçli olarak, Mustafa Kemal’in tarihsel olarak seçtiği kurucu temel ilkelerden biri olan “parlamenter demokrasi” ye karşı açılan bu saldırıya katılmak anlamına gelecektir.
3-  ADD Yönetiminin “sandığa gidin” açıklaması  “biz başkanlık rejimini onaylıyoruz ve kendi başkanımızı seçmek için gidiyoruz” demektir. Bu tavır, seçim sonunda Erdoğan başkan olarak seçildiğinde itiraz edememeyi beraberinde getirecekti’ ki getirdi.
4-  Emperyalizme bağımlı, bu sahte demokrasinin çarpık siyasi sistemi, halka emperyalizmin üç sadık adayını Atatürk’ün koltuğu için milli devlet başkanı adayı olarak sunmuştur. Adaylar öyle seçilmiş ki yağmurdan kaçan mutlaka doluya tutulmak zorunda kalmaktadır. Erdoğan’ın diktatörlüğünden kaçan ya Ekmel beyin “Açılım” ı destekleyen, BOP projesine uygun İslami politikasını kabullenecek, ya da “Açılım” politikasının fiili uygulayıcı olarak Selahattin Demirtaş’ın tuzağına düşecektir.
5-“Gücümüz yok, o halde ehven-i şer olanı destekleyelim” türünden anlayışlar mandacılığın ADD içinde egemen kılındığını gösterir. Mustafa Kemal, kurtuluş savaşının başında örgüt, asker para yoksunluğu içindeyken, İngiliz-Fransız işgalcilerine karşı -bazılarının önerdiği gibi- Amerikan mandasına mı sığındı?  Ya’ da ADD yöneticileri gibi “ehven-i şer”e biat mı etti?  Emperyalizm ve işbirlikçilerinin politikalarına yedeklenme yolunu mu seçti?
Anadolu’nun bağrından “Manda ve himaye kabul edilemez” diye haykırmadı mı?
Bu gerçekler göz önüne alındığında mandacı, ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAK bir zihniyetin ADD’yi ele geçirdiğini söylemek doğru bir YAKLAŞIMDIR..
Bu nedenledir ki artık ADD, tepeden aşağılara doğru yayılan bir özgüven yitimine, itibar erozyonuna uğramıştır/uğratılmıştır.
ADD’nin yönetim kademelerinde bulunan ve Kemalist ideoloji, halkçı devrimci antiemperyalist mücadele anlayışından bihaber olanların 30 Ağustosta yayınladıkları açıklama ise yukarıda söz ettiğimiz yanılgıları tam da doğrular nitelikte
Tansel Çölaşan şöyle diyor 30 Ağustos açılamasında; “Atatürkçü Düşünce Derneği ve tüm yurtsever kuruluş ve kişiler bu mücadelede YALNIZ bırakılmışlardır.”
Hangi konuda yalnız bırakılmış hanımefendi?  Atatürk’le sorunlu, emperyalizmin Ilımlı İslam ve BOP projesine uygun, AKP’nin açılımını destekleyen, Menderesi demokrasi kahramanı olarak gören bir adayı” desteklememişler.
Kimler desteklememiş? “kendi geleceğine saygısı olmayan yığınlar”
Bu bana, 5 Aralık 1918’de Wilson’a  “Amerikan Mandası” için mektup yollayan, yani ABD mandası için, cellatlarına yalvaran Osmanlı aydınlarını çağrıştırdı doğrusu.
Kurtuluş savaşında tüm yoksunluğa ve yoksulluğa rağmen Türk halkı, güvenebilecekleri bir öncü-lider ve doğru bir yol haritası önlerine konunca işgalcilere karşı ayaklandığını bilmeyenler, “ehven-i şer” yol haritalarına destek vermeyen ve vermeyecek olan halkı suçlamakta bir beis görmezler.
Halkı cahil - hakir gören, Kemalist devrime güvensiz, AKP ile hesaplaşma yerine, gericiliği önlemek için, bir başka gericiyi, “ehven-i şer” i desteklemeyi öneren, Türkiye’de dinci faşizmi besleyen ana damarın emperyalizm olduğunu bilip anlamaktan yoksun bir “ATATÜRKTEN GEÇİNEN ASALAK” kan bedeli kurulan ve yüceltilen Atatürkçü Düşünce Derneğini itibarsız ve yalnız bir dernek durumuna getirdi.
Halkı cahil - hakir gören Tansel Çölaşan a anımsatalım;
Osmanlının baskılarına,
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı” diyerek başkaldıran bu halk günü geldiğinde işgalcilere karşı kurtuluş mücadelesi için elde silah can pahasına savaşmayı da bilmiştir; hakları için on binler, yüz binler halinde sokağa dökülmeyi de.
Türk halkının öfke kabarışlarını, isyanını, direnişini, sokağa dökülmesini eylem içinde birleştirecek,  güçlü ve güven verebilecek bir öncü örgüt yaratılmamışsa, bunun sorumluluğunu “yığınlar”dan önce,  Genel Başkanlığa, hiçbir bedel ödemeden Paraşütle indirilmiş olan, ideoloji yoksunlarında aramak gerekmezmi?  06.09.2014
Mahmut ÖZYÜREK