25 Nisan 2015 Cumartesi

Soykırım İftirasının Düşündürdükleri… / Cihan Dura



Atatürk “bir savaşta zafere ancak taarruzla ulaşılır”, der.
Bu kuralı Ermeni soykırımı iftirası ile mücadeleye de uygulamak gerekir.
Bugünkü hükümetin yapabildiği bir perişanlıktır, tam bir teslimiyettir, hezimeti peşinen kabuldür; tıpkı PKK saldırısı karşısında yaptığı gibi…
Oysa bahis konusu iftira bir siyaset silahıdır, içte ve dışta düşmanlarımız bunu hain emellerine ulaşma aracı olarak kullanıyor. Siyasette, diplomaside gerçekler kimsenin umurunda değildir. İstediğiniz kadar kanıt ortaya koyun, haklılığınızı yüzde yüz ispatlayın: düşman yine bildiğini okuyacaktır, çünkü siyasette algı yaratmak önemlidir; özellikle oluşturulan algılar bütün gerçekleri siler süpürür, düşman bunu biliyor.
Öyleyse savunmayla yetinmekten vazgeçmeli, taarruza geçmelidir.
Tarihte büyük Türk soykırımları yapılmıştır, bunlar gündeme getirilmelidir; Emperyalist Batı’nın dünyanın her yerinde işlediği vahşetler de… Bu trajedileri dile getiren kitaplar yazılmalı, sergiler açılmalı, heykeller dikilmelidir. Bu konuda yurtsever yazarımız Zahide Uçar’ın yol gösterici bir makalesi (1) vardır, okunmalı, bir taarruz politikasına temel alınmalıdır.
Ancak böyle bir taarruz siyaseti; Türkiye’yi gerçekten düşünen, Millî İrade’ye gerçekten saygılı hükümetler, partiler, aydınlar, yazarlar, sanatkârlar, edebiyatçılar,… tarafından başlatılabilir.
Ne yazık ki, bunlardan yoksunuz; gerçek yurtseverler diyebilirim ki, belki bir elin parmakları kadardır.
Türkiye birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da ihanet içindedir, bir çıkmazdadır.
Ve ben inanmazdım, artık inanıyorum: Türkiye’yi yönetenler, Türkiye’nin çoğu fikir ve eylem öncüleri ne acıdır ki, gizli Türk düşmanlarıdır.
Bu milleti, bu ülkeyi sevenler başını iki eli arasına alıp derin derin düşünmeli, “görev bana düşüyor”, demelidir. Bir değil beş kişi olmak için çalışmalı; bir değil on kişinin yapabildiğini kendine hedef olarak seçmelidir.
Bir değil bin, bin değil yüz bin olmak için de bir araya gelmelidir.
Başka çıkış yolu yoktur.

25.4.2015

(1) Zahide Uçar, “Türkiye’yi Türkler Yönetseydi…” http://www.turanizm.com/turkiyeyi-turkler-yonetseydi.html (22.4.2015)

ATATÜRK’ÜN ERMENİ KONUSUNA BAKIŞI / İsmet GÖRGÜLÜ




Atatürk’ün yazışma ve konuşmalarından Ermeni konusu üzerine neler dediğini tarayıp, bir kitapta topladım. Karşımıza önemli bir bilgi ve değerlendirme zenginliği çıktı. Bunlar konu başlıkları halinde şöyle sıralanabilir:

* Tehcir bir zorunluluktu.

* Tehcir’de Ermenilere katliam yapılmamıştır.

* Tehcir edilenler hayattadır.

* Tehcir, Ermeni çetelerinin Türklere yaptığı katliamlardan doğan kin ve düşmanlıktan dolayı, bir yönüyle Ermenilerin hayatını kurtarmıştır.

* Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı sırasında katliama uğrayan, asıl soykırım girişimine tabi tutulan Türklerdir.

* Türkleri ve Ermenileri, birbirlerini kırmaları için Doğu’da önce Ruslar, sonra İngilizler, Güney’de Fransızlar kışkırtmışlardır.

* Ermeni kırımı yalandır, uydurmadır, iftiradır, İngiliz propagandasıdır.

* “Ermenilere kırım yaptınız” konulu saldırılar, tarihi gerçeklere değil, siyasi emellere dayanmaktadır.

* Siyasi emel topraktır, Türkiye’nin Doğusunda “Kafkas Seddi” oluşturmaktır.

* Bu projede, Kürtçülük ve Ermenicilik birer vasıtadır ve paralel kullanılmaktadırlar.

Bunlardan sadece son üçünü ana hatları ile ele alabileceğiz.

Türk ulusu, Ermenilere soykırım yaptınız iddialı saldırılara üçüncü kez muhatap olmaktadır. İlki 1915 Tehciri’nden sonra 1916’da başlar, 1918 Mondoros Mütarekesi’nden sonra yoğunlaşır. İkincisi 1920’dedir. Türk ulusunun canını, namusunu, toprağını kurtarmak için Çukurova’da Antep, Maraş ve Urfa’da Fransız-Ermeni işgalcilerine karşı direnmesi üzerine ve özellikle Şubat 1920’de Maraş’tan Fransız-Ermeni işgalcilerini kovuncadır. Üçüncüsü de 1965’te başlatılır ama asıl saldırı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK terör örgütü ile ABD’nin ve AB’nin istediği şekilde bir diyaloğa girmeyip siyasi çözümü reddederek silahlı mücadeleyi sürdürme kararlılığı üzerine 1995’te başlatılır. 1995’e kadar, 30 yılda Türkler Ermenilere soykırım yapmıştır şeklinde karar alan veya bildiri yayınlayan sadece altıdır(1). 1995’ten 1998’e kadar karar alanlara dokuz(2) ilave daha olur. 1999’da PKK başarısız olunca, Güneydoğu’yu Türkiye’den kopartamayınca yani PKK’ya verilen görev gerçekleşmeyince soykırımlı saldırılar bunaltıcı şekilde yoğunlaşır. Sadece 2000 yılında 7 karar(3) çıkar. 2001-2006’da bunlara 17 karar(4) daha eklenir.

(1) Uruguay 1965, ABD Temsilciler Meclisi 1975, GKRY 1982, Dünya Kiliseler Konseyi 1983, ABD Temsilciler Meclisi 1984 (1975’in tekrarı), Avrupa Parlamentosu 1987, Arjantin 1993.

(2) Rusya 1995, Arjantin 1995, Kanada 1996, Yunanistan 1996, Lübnan 1997, Belçika 1998, AKPM 1998, Fransa 1998, Arjantin 1998.

(3) Soykırım uzmanı 126 akademisyen 2000, İsveç 2000, Lübnan 2000, Fransa 2000, Vatikan 2000, Avrupa Parlamentosu 2000, İtalya 2000.

(4) Vatikan+Ermeni Kilisesi 2001, Fransa 2001, Avrupa Parlamentosu 2002, Kanada 2002, Arjantin 2003, İsviçre 2003, Arjantin 2004, Uruguay 2004, Arjantin 2004, Kanada 2004, Slovakya 2004, Hollanda 2004, AB İlerleme Raporu 2004, AP Eurlings Raporu 2004, Almanya 2005, Litvanya 2005, Fransa 2006.

1965’ten 2007’ye kadar toplam 39 karar çıkar, bunlara eyalet kararları dahil değildir. 39 kararın 6’sı 30 yılda, 1965-1994 arasında çıkar. 1995’te saldırılar yoğunlaştırılır, 4 yılda (1995-1998) 9 karar, 2000’de 1 yılda 7 karar, 2001 ve sonrasında ise 17 karar çıkartılır. 39 kararın 24’ü 1999 sonrasında, yani PKK başarısız kılındıktan, Türkiye AB’ye aday yapıldıktan sonradır. 1997’de adaylığı reddedilen Türkiye’nin 1999’da yani PKK başarısız kılındıktan sonra aday yapılmasının anlamı ve arkasından aday yapılan Türkiye’ye Ermeni soykırımı kartı ile siyasi saldırıların yoğunlaştırılması dikkat çekici ve uyarıcıdır. Ayrıca 2000 yılında, soykırım suçlamasıyla yapılan siyasi saldırıların yanı sıra, Batılı sermayedarlarının çıkarttığı Kasım 2000 ve Şubat 2001 ekonomik krizleri ve sonuçları da göz önüne alındığında, Türkiye’nin planlı bir siyasi-ekonomik-sosyal tehditle karşı karşıya olduğu anlaşılmaktadır.

Saldırıların sürecine ve yoğunlaşma dönemlerine dikkat edilirse konunun tarihi bir hesaplaşma değil, siyasi bir hesap olduğu ortaya çıkmaktadır. Birinci ve ikinci saldırılar Sevr öncesidir. Üçüncü saldırı ise Kürdistan kurma öncesidir. Sözde Ermeni soykırımı konusu ile Kürdistan kurma konusunun ne ilgisi var denilebilir. İkiz konulardır. Tarihimizde paralel yürütülmüştür. Bu günde paralel yürütülmektedir.

Soykırımlı saldırılara Atatürk’ün bakışı, tarihi bir konu şeklinde değil, siyasi hedefleri gerçekleştirmede bir vasıta olarak kullanma şeklindedir. Yani mücadele alanı tarih değil, siyasettir demektedir. Ki kendisi de tarihle değil, siyasetle ve güçle çözmüştür.

Atatürk’ün sözde soykırım iddiaları üzerine tespit ve değerlendirmelerini sorularla açıklığa kavuşturalım. Biz soralım, O yanıtlasın.

Türkiye’ye yapmadığı ve yapmadığını bildikleri halde neden “Ermenilere soykırım yaptınız” suçlamaları ile saldırıyorlar. Bunları neden yapıyorlar?

“… Düşmanların bütün çalışması, barış esaslarının kararlaştırılacağı şu sıralarda memleketimizi dışarıda ve içeride güçsüz bir durumda bırakarak, istedikleri her şeyi kabul ettirmeyi amaçlıyor…(5)” (24 Nisan 1920-TBMM)

O günlerde Sevr Anlaşması gündemdeydi. Sevr ile istediklerini kabul ettirmek için, “Ermenilere kırım yaptınız, yapıyorsunuz” saldırısı ile Türkiye’yi suçlu duruma düşürüp dıştan destek görmesini önlemeyi, hayır deme direncini kırmayı amaçlamışlardı.

Şimdi 1995’te yoğunlaşan, 2000’de doruğa çıkan saldırıların amacı daha iyi anlaşılmaktadır. 1995 yılı için Ata’nın açıklamasındaki, “barış esaslarının kararlaştırılacağı şu sıralarda” ifadesinin yerine “PKK ile silahlı mücadeleyi bıraktırıp, siyasi çözümün dayatıldığı şu sıralarda” ifadesi konularak okunması yeterli olmaktadır. 2000’li yıllar için konulacak ifadeler çoğalmaktadır. Birkaçını sıralayalım.

* “Kendisine verilen görevi PKK başaramayınca, PKK’nın yapamadığını bizzat yaptırmak için AB adaylığına kabul edilen Türkiye ile adaylık koşullarının belirleneceği şu sıralarda…”

(5) İsmet Görgülü, Atatürk’ten Ermeni Konusu-Belgelerle, Bilgi Yayınevi, Genişletilmiş 2. Basım, 2006, s.198 (Metnin devamındaki Ata’nın sözleri aynı kaynaktan alıntıdır.)

* “AB’ye uyum paketleri adı altında verdirilecek ödünlerin Türkiye’ye kabul ettirileceği şu sıralarda…”

* “İncirlik Üssü kullanım koşullarının görüşüleceği şu sıralarda (2000 Baharı-ABD için)…”

* “BOP’un gerçekleştirileceği şu yıllarda…”

* “Kuzey Irak’ta bir devlet yapılanmasına başlanacağı şu sıralarda (2002)…”

* İran’a karşı ABD’nin yanında yer almasının sağlanacağı şu sıralarda…”

* “Kuzey Irak’taki devlet ilanının yapılacağı şu sıralarda…”

Atatürk’ün aynı konuşmasında sorumuzla ilgili iki yanıtı daha vardır.

“Geleceğe yönelik çıkarlarını, çeşitli baskılarla bütün dış ülkeleri aleyhimize çevirmekte gören bütün unsurlar,… tümüyle yalan olan en son Ermeni kırımı uydurmasını (1920’yi kastediyor) düzenlediler…

İngilizler, dış durumumuzu yani toplu öldürme iftiraları ile sarsarak, … tasarladıkları İstanbul işgalini kolaylıkla uygulayabilecek bir ortam hazırlıyorlardı…” (24 Nisan 1920-TBMM)

Başka bir konuşmasından bir alıntı daha yapalım.

“… Düşmanlarımız hakkımızda icat ettikleri iftiralarını bir Aralık Paris Konferansı’na da kabul ettirir gibi oldular. İhtimal bunun neticesi olarak, daha savaş esnasında birbirleriyle yaptıkları gizli anlaşmaların ve karşılıklı verdikleri sözlerin tatbikatına başlanmış idi. İzmir, Antalya, Adana, Antep, Urfa ve Maraş’ın işgalleri hep bir karşılıklı taahhütler neticesi…” (31 Aralık 1919 Ankara)

Ata’nın bu üç açıklamasından, Ermeni kırımı konulu saldırıların basit bir suçlamadan çok öte bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye üzerine niyet besleyenler, bunu araç olarak kullanmışlar. Güncel çıkarlarını sağlamak için bir tehdit aracı, uzun vadeli planlarını gerçekleştirmede de bir alt yapı aracı olarak kullanmışlar. Bugün de Türkiye’ye yönelik planlarını, ki planlarını gizlemeye de gerek görmüyorlar, gerçekleştirmede bir araç olarak kullanmaktadırlar.

Peki, bu soykırım iddiaları doğru mudur?

“Türkler tarafından Ermeniler aleyhinde katliam (İddiaları), uydurulmuş rivayetler ve bir takım yalan ve iftiralardan ibarettir.” (17 Ocak 1921-Demeç)

O halde Ermeni sorunu nedir?

“Ermeni sorunu, Ermeni milletinin gerçek olmayan isteklerinden çok, dünya kapitalistlerinin ekonomik yararlarına göre çözülmek istenen sorun(dur).” (1 Mart 1922-TBMM)

Ermeni sorununu dayandırdığınız Emperyalistlerin ekonomik çıkarları nedir?

“Ermeniler Van ve Bitlis’i ele geçirince, Irak’taki İngilizlerle birleşeceklerinden dolayı bütün Yakındoğu’da İngilizlerin yeri çok sağlamlık kazanacaktır.” (1 Aralık 1920)

“Ermenistan’ı Mezopotamya’da yerleşmiş İngilizlere yaklaştıracak surette uzatmak, Moskova ve Ankara hükümetlerine pek çok nahoş sürprizler yaratmak demek olur.” (27 Aralık 1920)

“Taşnakların, İtilaf devletlerinin entrikalarına alet olmaktan vazgeçmeyip… Sevr’de İstanbul hükümetine imza ettirilen anlaşma hükümlerine dayanarak Doğu vilayetlerimizi işgal için fırsat kollamaları, bu suretle Basra Körfezi’nden Karadeniz’e kadar Doğu ile Türkiye arasında itilaf devletleri nüfuz ve himayesi altında büyük bir kütle husule getirip Yunanistan’ın Rumeli ve Batı Anadolu’da oynadığı rolü Kafkasya, Doğu Anadolu ve İran’da oynamaya azmetmiş olmaları …” (6 Ekim 1920)

“Musul (Vilayeti-bugünkü Kuzey Irak) bizim için çok kıymetlidir… Birincisi, civarında sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. İkincisi bunun kadar önemli olan Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar. Bunu yaptıkları takdirde bu fikir bizim hududumuz dahilindeki Kürtlere de sirayet edebilir. (6)” (16 Ocak 1923)

Atatürk’ün bu dört açıklamasını, Sevr haritasını ve 1918’den sonraki bilgileri yan yana getirdiğimizde emperyalistlerin ekonomik çıkarları ortaya çıkmaktadır.

İngiltere Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın elindeki tüm petrol yataklarını; Arabistan Yarımadası, Basra ve Musul’u; ele geçirir. Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra, Osmanlının 1918 yazında işgal etmiş olduğu Bakü petrol bölgesini, Osmanlıya boşattırarak işgal eder.

Ele geçirdiği Hazar petrol bölgesi ile Ortadoğu petrol bölgesi arasını kendi kontrolünde tutup, iki bölge arasında fiziki bağı kurmak için, 1918’de kendisi tarafından kurulan Ermenistan’ı, Karadeniz kıyılarından Van Gölü’ne kadar uzatmak, Van Gölü güneyi ile Irak arasındaki boşluğu doldurmak için burada bir Kürdistan kurmak ister. Sevr haritasının doğusu işte bunu gerçekleştirmektedir.

Atatürk, bu planı anladığı içindir ki; Moskova’yı birkaç kez uyarır, uyarıları sonuç doğurur, Ankara – Moskova işbirliği gelişir ve senaryonun Ermeni ayağı kırılır.

Kürdistan’ın kurulmasını önlemek için de, Musul vilayetini Misak-ı Milli içine alır ve Türkiye’ye dahil etmek ister. Musul alınamaz ama Sevr ile kurulmak istenen Kürdistan oyununu bozar.

Görüldüğü gibi emperyalistlerin ekonomik çıkarı, petroldür, Karadeniz’de egemenliktir. Diğer öğeler figürandır, kullanılandır. 1920’lerde bu senaryoyu Atatürk bozmuştur.

Günümüzde de aynı senaryo oynanmakta, aynı figüranlar kullanılmaktadır. Sadece filmin esas oğlanı değişmiştir. O yıllarda İngiltere idi, bugün ABD’dir. İngiltere yardımcı oyuncu olmuştur. Amaçları arasına “su” ilave olmuştur.

(6) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Yay. Haz. Arı İnan, TTK., 1982, s. 45.

Atatürk’e sorularımızı sürdürelim. Bu senaryo içerisinde Ermenilerin rolü nedir?

“Rum ve Ermeni, Batı emperyalistlerinin hizmetçisi olan uluslar(dır).” (1 Aralık 1920-Ankara)

“Ermenistan, Doğu’da büyük bir inkılap gayesi için çalışan mazlum milletler arasında, … bozguncu bir unsur vazifesi yapıyordu. Doğu milletlerinin temasına engel oluyordu. Doğu’da İngiliz emperyalistleri için bir dayanak noktası hizmeti görüyordu…

Ermenistan, Doğu ihtilal makinesinin iyi işlemesine mani olmak için, bu ihtilalden etkilenecek olacaklar tarafından makinenin çarkları arasına sıkıştırılmış ecnebi bir cisimden başka bir şey değildir…” (13 Kasım 1920-Hakimiyeti Milliye)

Atatürk, Ermenilerin emperyalistlerin bir maşası olduğunu, kullanıldıklarını tespit ediyor; ki bu tespitini sıkça tekrarlar, gerçeği gören Ermeniler de bu yönde açıklamalar yapar; kullanılma amaçlarının da bir siyasi hedefin gerçekleşmesi için olduğunu belirtiyor. Bu siyasi hedefin tam açıklamasını, hedefi belirleyenin ağzından verelim.

Sevr Anlaşması’nı hazırladıkları konferanslarda İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, 16 Şubat 1920’de şöyle diyor :

“Müttefiklerin uğrunda savaştıkları… amaçları arasında bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulması da vardır. Bu amacın gerçekleşmesine tüm müttefikler aynı derecede ant içmiş durumdadır.” (7)

Aynı kişi, bu devletin kurulma amacını da, 22 Nisan 1920’de şöyle belirtir :

“Büyük bir Pan-İslam ya da Pan-Turan hareketi ortaya çıkabilir ve böyle bir halde, Londra Konferansı, genellikle dünya barışı bakımından, Türkiye Müslümanları ile daha doğudakiler arasına sokulmak üzere bir Hıristiyan toplumunun sıkıştırılmasının yerinde bir girişim ve bunun da yeni bir Ermeni devleti olabileceğini düşünmüştü.” (8)

Atatürk; bu toplantı tutanaklarından haberi olmaksızın, emperyalistlerin Ermeniler üzerine neden oynadıklarını, siyasi hedeflerinin ne olduğunu tam isabetle tespit etmiş ve buna göre cephe tutmuş, bu plandan Türkiye kadar zarar görecek olan Rusya ile işbirliği yapmış ve planın gerçekleşmesini engellemiştir.

Bugün de Ermeni kartının tekrar Türkiye’nin önüne konulması, Ermenilerin tekrar kullanılmaya başlanmasının arkasında, daha önce açıklanan ekonomik çıkarlarının yanı sıra, L. Curzon’un ikinci sözündeki amaç aranmalıdır. Bundaki doğru tespit, Atatürk’ün yaptığı gibi, doğru cephe tutmayı, doğru hedefe saldırmayı sağlayacaktır.

(7) Osman Olcay, Sevres Andlaşmasına Doğru, Konferans ve Toplantı Tutanakları ve Belgeler, Ankara Üni. SBF. Yayınları, 1981, s. 24

(8) a.g.e. s. 513

Ermenicilik ve Kürtçülük hareketleri birbiriyle ilişkili midir, bunlar aynı kaynaktan mı tetiklenmektedir?

“Kürtlerin devletten ayrılarak İngilizlerin himayesinde bağımsız Kürdistan kurmaları teorisini tasvip etmem. Çünkü bu teori, … Ermenistan lehine İngilizler tarafından tertip edilmiş bir plandır.” (16 Haziran 1919)

“… Kürtleri Osmanlı (Türk) camiasından ayırmak, İngiliz boyunduruğuna sevk etmek, neticede Doğu Anadolu’muzu Ermenilere çiğnetmeye yol açacak(tır).” (9 Kasım 1919)

“… Basra Körfezi’nden Karadeniz’e kadar Doğu ile Türkiye arasında İtilaf devletleri nüfuz ve himayesi altında büyük bir kütle husule getir(mek)…” (6 Ekim 1920)

İngiltere, Hazar ile Basra petrol havzaları arasını kendi kontrolünde bir coğrafi bağ ile birleştirmek ve Anadolu Türklüğünün Kafkas ve Orta Asya Türkleri ile fiziki bağını kesmek için, Ermenicilik ve Kürtçülük hareketini paralel yürütmüştü. Her iki hareketi kendi emperyalist politikaları için bir vasıta olarak kullanmıştı.

Atatürk, sözünü ettiği “Doğu ile Türkiye arasında büyük bir sed meydana getirme” projesini görmüş, Ermenicilik ve Kürtçülük hareketlerinin bu seddi oluşturmak için İtilaf devletleri (yani İngiltere) tarafından tezgahlandığını ve Türkiye için tehlikelerini anlamış, inşa aşamasında seddi yıkmıştır.

Bu seddin yapılmasını önlemedeki kesin kararlılığını şöyle ifade eder :

“Kafkasya seddinin yapılmasını Türkiye’nin kati mahvı projesi sayıp, bu seddi İtilaf devletlerine yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz.” (9)

Bugün de emperyalizmin bu iki vasıtası, Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde aynı kaynaklardan, aynı amaçlarla ve yine paralel yürütülmektedir ve 2007 yılı itibarı ile önemli mesafe kat etmiştir. Türkiye, Atatürk’ün kesin kararlılığını gösterme zamanını geçirmektedir. Bugün, Büyük Ortadoğu Projesi içinde oluşturulmak istenen Doğu Seddini önlemek için “her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetinde” olduğunu anlamalıdır. Varlığını devam ettirmek için buna zorunludur. Geç kalmanın bedelini halkına kanla ödettirmemek için zorunludur. Doğu Seddini önlemek zorundadır. Önlemenin nasılı, ne yapılacağı da Atatürk’tedir. Atatürk gibi önce bağımsızlığımızı kurtarmak gerekmekte ve bunu yapabilecek teslimiyetçi olmayan bir hükümeti iş başına getirmek, yurttaşlık görevimiz olmaktadır.

Cumhuriyet Gazetesi – Strateji Eki , 4 Haziran 2007

(9) 5 Şubat 1920 tarihli bildirisi, Atatürk’ün bütün eserleri (ATABE), C.6, Kaynak Yayınları, s. 268

20 Nisan 2015 Pazartesi

EĞİTİM VE AYDINLANMA DEVRİMİ * KÖY ENSTİTÜLERİNİN 75. YILI

EĞİTİM VE AYDINLANMA DEVRİMİ * KÖY ENSTİTÜLERİNİN 75. YILI *** Köy Enstitüleri eğitim ve aydınlanma projesiydi!



Naci Kaptan / 18 Nisan 2015
17 Nisan 2015 * Kuruluşunun 75′inci Yılında Köy Enstitüleri
Köy Enstitülerinde eğitmenlik, öğretmenlik yapan Nazif Evren, “Kekik Kokulu Yıllar” başlığı ile yeniden yayımlanan anılarında, enstitülerde yetişenlerin hepsinin, ulusa borçlu oldukları görevlerini üstün bir anlayışla tamamladıklarını söyler ve der ki:
“Fireleri pek az oldu ve ucuza yetiştiler. Kendilerine harcananları, yüksek katıyla ulusa ödediler.”
***
Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsü mezunu Ahmet Usta, “Köy Enstitüleri çağdaş düşünen, üreten, özgürlükten ve bilimden yana, toplumu geliştirecek bir insan yetiştiriyordu. Aslında Köy Enstitüleri bir devrimdi. Enstitülerle ile kalkınma, aydınlanma köyden başlatılmıştı. Enstitüler yeni kurulmuş cumhuriyetin niteliklerini özümseyen insanlar yetiştiriyordu. Bu devrim başarıya ulaşmış olsaydı bugünkü dinci, bağnaz zihniyet olmazdı” dedi.
Enstitüleri kapattılar ama o ruhu yok edemediler” diyen Usta, “Bir bakıyorsunuz Gezi’de, bir bakıyorsunuz derelerine, doğasına sahip çıkan bir köyde ortaya çıkıyor. Köy Enstitüleri kapandı ama Köy Enstitüsü ruhu ölmedi, yok olmadı. Bu ruh bilimin ışığında devrim ruhudur, özgürleşme ruhudur. Köy Enstitülerinin devrim ruhu yaşamaya devam edecek ve asla yok olmayacaktır’’ diye konuştu.
Dine karşı dediler ama
Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsü mezunu Hüsamettin Çıtır, “Köy Enstitülerinde üreten, düşünen, sorgulayan, eleştiren insan yetiştirmeyi hedeflemişti. Bu durum ağaları ve iktidarları korkuttu. Köy Enstitülerine dine karşı, komünist yuvaları olarak iftira attılar. Ben enstitü mezunu olarak üç defa Kuranıkerim’i hatmettim, on iki yaşımda camide müezzinlik yaptım. Köy Enstitüsünde okuyan hiç kimse dine karşı değildi” dedi.

Kapatan zihniyet iktidarda
Kepirtepe Köy Enstitüsü’nden 1944 yılında mezun olan Nedim Menekşe, “Köy Enstitülerini kapatan, Cumhuriyete karşı zihniyettir. O zihniyet bugün iktidardadır” diye başladı söze. AKP’nin “Yeni Türkiye” söylemine karşı çıkan Menekşe, “Yeni Türkiye diye bir şey yok, Atatürk’ün Türkiyesi duruyor. Yeni Türkiye dedikleri Atatürk’ün, cumhuriyet kazanımlarının, laikliğin, hukuk devletinin olmadığı bir Türkiye’dir” dedi.
Köy Enstitüleri eğitim ve aydınlanma projesiydi!
Bilimin aydınlığında köy emekçisinin kurtuluş destanı olan Köy Enstitüleri, tamamen Türkiye’ye özgü bir eğitim ve aydınlanma projesi olarak 17 Nisan 1940′da hayata geçirilmişti.
SÖZCÜ EĞİTİM
 Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır.Hazırlıkları 1935’te başlayıp özgün biçimiyle 1940-46 yılları arasında uygulanan Köy Enstitüleri; bilimin aydınlığında köy emekçisinin kurtuluş destanıdır.
       1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı.Tamamen Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel bizzat yönetti.
Türkiye’de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti.
Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50’lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti.
Köy Enstitülerinin 1946-54 arasında yozlaştırılıp kapatılmasıyla yarım kalmış olan bu uygulama, enstitüleriyle ilişkililer ve mezunlarınca altmış yıldır yazılarak, anlatılarak yurtta ve dünyada tanıtılıyor.
Bir Eğitim Devrimcisi İSMAİL HAKKI TONGUÇ
İsmail Hakkı Tonguç (1893 – 23 Haziran 1960 ) eğitim tarihimizde yoksul halk çocukları için “Eğitim Hakkı” kavramını özgün Köy Enstitüleri eğitim sistemiyle dağarcığımıza katan bir eğitim devrimcisidir. Mustafa Necati döneminde Cumhuriyet Eğitim Devrimi arayışlarına katılır. Tonguç; Ders Araç Gereçleri ve Okul Müzesi Müdürlüğü, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü kuruculuğu, İlköğretim Genel Müdürlüğü ve sırasıyla Köy Eğitmen Kursu, Köy Öğretmen Okulu ve Köy Enstitüleri tasarımının kuramı ve uygulamalardaki büyük emeği ile eğitim tarihimizde onurlu yerini alır. İsmail Hakkı Tonguç; düşün dünyamızdaki arayışlarda eşitlikçi, pozitif ayrımcı, demokratik, laik-bilimsel, üretici eğitim kavramlarının anımsattığı ilk isimdir.
Bugün çağdaş öğrenme kuramlarının tüm izleri aydınlık Köy Enstitüleri deneyiminde görülebilmektedir. Orta öğretimde ilk yatılı karma eğitimin, bireyi dönüştüren, özgürleştiren ve zenginleştiren sanat eğitiminin, çevre ve doğa duyarlıklı okul kavramının, eğitimin toplumu içten canlandıracak bir değişim, dönüşüm projesi olarak algılamanın merkezinde temel bir referanstır
KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULUŞUNUN 75. YILI!
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Erdal Atıcı, yazılı bir açıklamayla 17 Nisan Köy Enstitüleri Bayramını kutladı. Eğitimin içinde bulunduğu bataklıktan ancak Köy Enstitüleri eğitim ilkeleri ve aydınlığıyla çıkabileceğine dikkat çeken Atıcı, şu açıklamalarda bulundu:
“Ülkemizde yetmiş yıldır uygulanan yanlış eğitim politikalarının sonucu; eğitim bugün sorun çözme özelliğini yitirmiş, ne yazık ki kendisi çözülmesi gereken en önemli sorun haline gelmiştir.
Bugün, eğitim alanı, özelleştirme ve dinselleştirme politikalarıyla, çağdaş eğitim hedefinden saptırılmış, yüzünü Osmanlı dönemindeki medrese eğitimine çevirmiştir. Ülkeyi yönetenler sanki bilinçli yurttaş çoğunluğundan korkmakta, yönetilmesi kolay olacağı düşüncesiyle ümmetçi yurttaş çoğunluğu yaratmayı ön plana almış görünmektedir.
Bu yolda hızlı hareket edildiği de açıktır. Ulusal basınımıza yansıyan haberlere göre; yalnızca son bir yıl içinde “Türkiye genelinde imam hatip ortaokulu sayısı bir yılda 1361’den 1597’ye, imam hatip lisesi sayısı ise; 854’ten 1017’ye çıkmış, imam hatiplerde okuyan ortaokul ve lise öğrencisi sayısı 1 milyona yaklaşmıştır.”
19. Milli Eğitim Şûrasında yapılan “Osmanlıca” ve “karma eğitim” kaldırılması tartışmalarına bakılınca eğitimin nereye doğru sürüklendiği daha net bir biçimde görülecektir.
Eğitim dizgemizin yaşadığı diğer sorun da özelleştirmedir. Devlet kendi eğitim kurumlarına ayırması gereken kaynağın önemli bir bölümünü özelleştirme uğruna varsıl çocuklarının gidebildiği kurumlara aktarmaktadır. Orta halli ve yoksul yurttaşların doğru dürüst eğitim görmesi için yeterli kaynak ayrılmadığından, halkın büyük bir bölümünün yönetime ortak olması dolaylı yollardan engellenmektedir.
Bölgeler arasındaki, varsılla yoksul arasındaki, köylerle kentler arasındaki, kent merkezleriyle varoşları arasındaki, kadınla erkek arasındaki eğitimdeki dengesizliği gidermek için ciddi çalışmalar yapılmamakta ve tasarcalar ortaya konulamamaktadır.
KÖY ENSTİTÜLERİ ÖRNEK ALINMALI!
Ne yazık ki ülkemizde bugün ilköğretim çağındaki 1 milyona yakın çocuk okula gidememekte, 7 milyon civarında yetişkin insanımız ise, okuma yazma bilmemektedir. Bu durum insan hakları açısından da üzüntü vericidir. Ayrıca, Türkiye’de 1 milyona yakın çocuk işçi vardır…
Siyasal iktidarlar, eğitimde yaşanan bu ve benzeri olumsuzlukların düzeltmek isteseydi, önlerinde denenmiş, başarılı olmuş Köy Enstitüleri örneğinden yararlanma yoluna giderlerdi. Köy Enstitülerinin ilkelerini, amaçlarını, uygulamalarını araştıran, bu konuda temel yapıtlar ortaya koyan vakfımızın önerisi şudur; eğitim dizgemiz içinde bulunduğu bataklıktan ancak Köy Enstitüleri eğitim ilkeleri ve aydınlığıyla çıkabilir. 21. Yüzyılın eğitim ilkesi; Köy Enstitülerinde uygulanan “iş içinde, iş aracılığı, iş için” eğitim ilkesi olacaktır.
AYDINLANMACI TOPLUM KALKINMA PROJESİYDİ!
Bilindiği gibi 1930’lu 1940’lı yıllarda koşullar bugünkünden çok daha kötüydü. Ama Köy Enstitüleri yoluyla 15 yılda öncelikle ilköğretim sorunun çözümü için plan yapılmış, uygulamaya geçilmiş ve sonuç alınmaya başlanmıştı… Eğer kapatılmamış olmasalardı 1956 yılına kadar Türkiye’de okulsuz köy, öğretmensiz okul kalmayacaktı…
Köy Enstitüleri Sistemi’yle; ihmal edilmiş geniş kitleye ( o zaman köyde yaşayanlar ) öncelik tanınmıştı. Çoğunluğun bilinçlenerek yönetime ortak olması ana düşünceydi. Köy Enstitüleri aydınlanmacı toplum kalkınma projesiydi;
Demokrasi amaçlanıyordu, ulusal eğitim ana ilkeydi, öğrenme yollarının öğrenilmesi esastı, kaynak yokluğu sorunu, yeni kaynaklar yaratarak gündem dışı bırakılmıştı, yetenekli yoksul çocuklarına devlet sahip çıkmıştı.
Kuruluşunun 75. yılında Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu olarak; Köy Enstitülü öğretmenlerimizin ve Köy Enstitülerine gönül veren tüm dostlarımızın “17 Nisan Köy Enstitüleri Bayramlarını” kutluyor, saygılar sunuyoruz.”
Kuruluş
“Mezun olduğumuzda bize ‘Orası hep diken, siz oraya gül olarak gidiyorsunuz, bizden aldığınız eğitimle dikenli tarlayı gül tarlasına çevireceksiniz’ denmişti”

1923 yılında Cumhuriyet kurulduğu zaman, Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 13 milyon kişiydi. Nüfusun yüzde 84′ü köylerde yaşamaktaydı. 40 bin köyün 38 bininde hiçbir okul bulunmuyordu. Nüfusun sadece yüzde 10′u okur yazardı. Çalıkuşu romanında bahsedilen köylere gidip orada eğitim verecek gönüllü öğretmen sayısı son derece azdı. Normal olarak insanlar şehir hayatını bırakıp taşraya gitmeyi, buranın zor koşullarında eğitim vermeyi tercih etmiyorlardı. Zaten gitseler de, okul namına eğitim verilebilecek bir altyapı da yoktu.
Gerçi 1924 yılında Anayasa’ya ilköğretimin “her Türk vatandaşı için zorunlu ve devlet okullarında parasız” olduğuna yönelik bir kural konulmuştu ama 1935 yılında bile köylerde okullaşma oranı yüzde 25 dolayındaydı.
Kuruluşunun 75′inci Yılında Köy Enstitüleri
Halid Fikret Kanat, “zorunluluktan değil, kendi isteğiyle köylere giderek eğitim verecek ‘köye göre öğretmen’ yetiştirme” fikri üzerine çalışmalar yapıyordu. Mustafa Kemal Atatürk de aynı fikirdeydi. Askerliğini çavuş ve onbaşı olarak yapmış, okuma yazma bilen kişilerin 7-8 aylık bir formasyon eğitimi almasını, mezun olanların “eğitmen” sıfatıyla köylere görevlendirilmesini teklif etti.
İlk öğrencilere coğrafya, tarih, hayat, yurt ve ziraat bilgilerini de kapsayan bir eğitim verildi. 1935 yılında İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilen İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla eğitmen kurs programı 1936 yılında yapıldı. Sonuçlar olumluydu. Tonguç hazırladığı raporda bu sonucun olumlu olmasını sağlayan faktörlere yer verdi. Köy dışarıya kapalıydı, dıştan gelen şahısları köylüler benimsemiyordu. Köyün çağdaş eğitim biçimlerine ve bilgiye açılması için köylülerin kendinden bilecekleri şahısların burada görev alması daha etkili oluyordu. Yeni bir tip okul, program ve yeni bir tip öğretmene ihtiyaç vardı. İşte o öğretmen tipi Köy Enstitülerinin ilhamı oldu.
Yasal statünün kazanılması
“Köy eğitiminin amacı güçlü vatandaş, yani toplumsal anlamda insan ve memleketin siyasi, ekonomik ve kültürel hayatı geliştirmesine katılacak yani doğanın bütün güç ve güçlükleriyle tutsak değil, egemen olabilecek bir güçte iş adamı yetiştirmek olmalıdır” İsmail Hakkı Tonguç
Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940’ta kuruldu. İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla, köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kurulan ve tamamen Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel yönetti. Tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verdi, temel bilgileri kazandırdı hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretti. Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Âli Yücel’in 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılmasına kadar devam etti. Yücel’den sonra Milli Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürüldü.
Hasan Ali Yücel’in Eğitim Bakanı olmasıyla Köy Enstitülerinin yasal bir çerçeveye sahip olması ve fiilen Türkiye’ye yayılması yönünde adımlar başladı. 1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. 19 Haziran 1942 tarih ve 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ile enstitü yönetimlerinin “köy eğitimi ile ilgili görev, yetki ve sorumlulukları düzenlendi.
Kuruluşunun 75′inci Yılında Köy Enstitüleri
Bu tarihten itibaren Türkiye’de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50′lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.
1937 ve 46 arasında 20 Köy Enstitüsü açıldı, Hasan Ali Yücel bu durumu şöyle tanımlıyordu: “Enstitü kelimesini biz frenklerin telaffuz ettiği tarzda aldık ve buna alıştık. Biz köy enstitüsünü sadece içerisinde nazarî tedrisat yapılan bir müessese olarak almadık. İçerisinde ziraat sanatları, demircilik, basit marangozluk gibi amelî bir takım faaliyetler de bulunduğu için okul adı ile anmadık, enstitü diye isimlendirmeyi muvafık gördük.”
Mütevazi bir bütçe
Mütevazi bir bütçe

Köy Enstitülerinin kurulmaya başlandığı zaman 2. Dünya Savaşı yaşanıyordu. Türkiye’nin elindeki kaynaklar son derece kısıtlıydı. Savaş bütçesi nedeniyle bir çok alanda kesintiye gidilmişti. 1936 – 47 yılları arasında Köy Enstitüleri için ayrılan toplam kaynak 51 milyon liradan ibaretti. Aynı dönemde “kazan mevcudu” adı verilen, bu okullardaki personel ve öğrencilerin enstitülerde yemek yiyecek insan sayısı 501 bin, bu yemeklerin toplam bedeli de 45 milyon liraydı. Örneğin Akçadağ Köy Enstitüsü’ne 1940 – 46 yılları arasında 1 milyon 600 bin 828 TL kaynak ayrılmıştı, oysa bu Enstitü’nün sadece binalarının piyasa maliyeti 2 milyon 803 bin liraydı. Aradaki fark bütün köy enstitülerinde “üretici eğitim” adı verilen bir metotla giderildi. Öğrenciler, öğretmenler okulları kendileri yapıyor, bu manada emek maliyeti sıfırlanıyor, hatta kiremitler yapım malzemeleri de öğrenciler tarafından üretiliyor, bu şekilde maliyetler tamamen düşürülüyordu. 1000 ve 6000 dekar arasında değişen çorak ya da bataklık arazilerde kurulan Enstitüler, buralarda kısa zamanda kendi ürünlerini üretmeye başladılar. 1937 – 1946 arasında 20 enstitüde 723 bina yapıldı, belli merkezlere 100 km yol açıldı, öğrenci ve eğiticiler tarafından 8 – 10 km uzaklıklardan sular getirilerek dekarlarca bağ ve bahçe kuruldu. Örneğin 1945 yılında Çifteler Köy Enstitüsü’nde yılda 40 bin kilo buğday, 13 bin kilo arpa, 2 bin kilo yulaf, 508 kilo mercimek, 2 bin kilo taze bakla, 10 bin kilo patates, 20 bin kilo ıspanak ve toplam 23 çeşit ürün üretiliyordu.
Yüksek verimlilik
Hemen hemen bütün köy enstitülerinde durum aynıydı. Örneğin Akçadağ Köy Enstitüsü’nde 7 yıl boyunca 100 binden fazla ağaç dikilmiş, koruluklar oluşturulmuş, 200 dekarlık alana 150 bin kadar meyva çekirdeği ekilerek bunlar fidanlaşınca ıslah edilerek diğer köy enstitülerine dağıtılmış, bölge içindeki köylere 90 bin fidan verilmiş, 1946 yılında “önceden dikili ağacı olmayan, çoraklığı ile nam salan” arazide yetiştirilen 4000 ağaçtan 3 bin 500 kilo kayısı toplanmış, döner sermaye işletmesinin 14 bin liraya aldığı kamyonlarla Darenda – Malatya arasında buğday nakliyatından 13 bin 600 lira para kazanılmıştır.
Yani ekonomik açıdan Köy Enstitüleri işliyordu. Kuruldukları bölge ekonomilerini canlandırıyor, daha önce kullanılmayan arazilerin verimli bir şekilde üretime katılmasını sağlıyor, aynı zamanda pratik eğitimle öğrenciler bu konularda gereken kapsamlı bilgileri edinerek, öğretmen olarak mezun oluyordu. Mezun olan öğrencilerin de farklı yerlerde benzer girişimler başlatması ve bütün Türkiye’de köy enstitülerinin, köy yaşamını değiştirmesi, köyde yaşayan insanların da temel bir eğitim alması planlanıyordu. Gelişmeler böyle olmadı.
Proje başarılı oluyor
1937 – 1938 döneminde 2 enstitütede 5 kadın öğretmen, 21 erkek öğretmen, 286 öğrenci ile başlayan proje 1946 yılında 20 enstitüde 119 kadın, 403 erkek öğretmen, 15 bin 529 öğrenci ile eğitim vermeye başladı. Bu dönemde proje hedefe ulaşmış da gözüküyordu. 1939 yılında toplam köy öğretmeni sayısı 6847 iken bu sayı 1950 yılında 18 bin 426′ya çıkmıştı. Bu 18 bin öğretmenin 13 bin 182′si Köy Enstitüsü mezunuydu.
Öğrenciler hayatın her alanında yetiştirilmekteydi. Türkçe, fizik, matematik, tarih ve yurttaşlık bilgisi dersleri yanında, ziraat dersleri ve pratik çalışmalar yapılıyor, aynı zamanda sanat alanında da öğrencilere beceri kazandırılıyordu. Örneğin Aşık Veysel Köy Enstitülerini gezerek öğrencilere saz çalmasını öğretiyor, okullarda keman konserleri veriliyor, Mozart’ın rondoları özellikle öğretiliyor, Anton Çehov’un eserlerinin temsili yapılıyor, Moliere, Sofokles, Gogol ve Shakespeare’in tiyatro eserleri canlandırılıyordu. Örneğin 1945 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde 3 piyano, 55 keman, 259 mandolin bulunmaktaydı. Köy Enstitüleri kültürel anlamda da bir atılım manasına geliyordu.

Köy Enstitüleri kapatılıyor

Köy Enstitülerinin bu başarısına rağmen enstitülere yönelik muhalefet hiç son bulmadı. Bu eleştiriler bir kaç başlık altında toplanıyordu.
Kız ve erkek öğrencilerinin bir arada okuması ahlaksızlıktır.
Köylülerin parasız çalıştırılması onların istismarıdır.
Bu enstitüler “keyfi” bir modeldir ve ancak yarım aydın yetiştirir.
Köy enstitülerinde verilen eğitim ve yapılan çalışmalar ahlak anlayışımıza aykırıdır.
Bu eleştiriler sanılandan daha fazla zemin buldu. 1950 yılında Demokrat Parti iktidarının kurulmasından sonra Adnan Menderes “Köy Enstitülerinin her şeyden biraz anlayan ancak hiçbir şeyden tam anlamayan” nesiller yetiştirdiğini ifade ediyor, burada verilen eğitimle çocukların köye mahkum hale getirildiğini, köylülerin kentle bağının koptuğunu ve kente giderek farklı işlerde çalışma olanaklarının önünü kestiği ifade ediliyordu. Bu görüşlere göre buradan mezun olanlar yeniden köye dönüyor, Türkiye’nin beşeri gelişmesi engelleniyordu.
Bu görüşlerin haklı – haksız olması bir yana proje zaten 1946 yılından itibaren atıl vaziyete düşürülmüş, Köy Enstitüleri de “Köy Öğretmen Okulları”na dönüştürülmüştür. 1950′li yıllara gelindiğinde Köy Enstitüleri yeterli desteği alamamış, özellikle muhafazakar kesimlerin eleştirileri ile köy ağaları ve enstitü yöneticileri arasında yaşanan ihtilaflar Enstitülerin kapatılmasını kolaylaştırmıştır. 27 Ocak 1954 senesinde Köy Enstitülerinin kapatılması kararı alınmış, bu kararın doğruluğu da bugüne kadar tartışılmıştır. Dünyada eşi benzeri olmayan bir eğitim modeli olan Enstitülerin kapatılmasının etkileri uzun uzun tartışılabilir, ancak projenin eğitim açısından başarılı olduğu bugün hala ülke gündemine vurduğu etkiyle tartışılmaz bir gerçek.
Okullar, Demokrat Parti döneminde “komünist yetiştirildiği” iddiasıyla 27 Ocak 1954’te kapatıldı. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Pakize Türkoğlu, Birsen Başaran, Ali Dündar ve Dursun Akçam Fakir Baykurt, Mehmet Başaran gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişti
KAYNAKLAR
http://keeaum.sdu.edu.tr/tr/koy-enstituleri/koy-enstituleri-hakkinda-3037s.html
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/256278/Koy_Enstituleri_75_yasinda.html
http://www.sozcu.com.tr/egitim/koy-enstituleri-egitim-ve-aydinlanma-projesiydi.html
http://onedio.com/haber/kurulusunun-75-inci-yilinda-koy-enstituleri-492108

(Toplam ziyaret: 12, Bugunku ziyaret: 3)
Favorilerime Ekle/Paylas