29 Mayıs 2015 Cuma

BİR YOBAZIN SORULARINA ATATÜRK’ÜN CEVAPLARI / Sinan MEYDAN




BİR ATATÜRK DÜŞMANININ ATATÜRK'E SORDUĞU SORULARA ATATÜRK'ÜN AĞZINDAN CEVAP VERDİM:
Atatürk düşmanlarının ahmaklığını, (eleştirmek, sevmemek başka, düşmanlık başka) düşünce dünyalarının sığlığını ve bilinçaltındaki çirkinlikleri görmek için sorulara verdiğim cevaplar kadar, bu sordukları sorulara da dikkat edilmelidir: Sorular doğrudan Atatürk'e sorulup Atatürk'ten cevap beklendiği için ben de -yıllardır Atatürk'ü inceleyen biri olarak-Atatürk'ün ağzından cevap verdim. (Bu tür soruların daha ciddiye alınır olanlarına kitaplarımda BELGELİ cevap verdim. Meraklısına..)

BİR YOBAZIN SORULARINA ATATÜRK’ÜN CEVAPLARI:
SORU 1: MÜSLÜMANSAN HİLAFETİ NEDEN KALDIRDIN?
CEVAP 1: Kur’an’da dini/siyasi yetkilere sahip bir lider anlamında halifelik yoktur. Kendini "Allah’ın yeryüzündeki gölgesi" olarak gören sultanlara/padişahlara dinsel meşruiyet kazandıran uydurma bir kurum olduğu için kaldırdım halifeliği… Böylece Muaviye’nin İslam’ın özüne aykırı olarak yarattığı sultan/halife ŞİRK DÜZENİ’ ne son verdim. Dahası İslam dünyasında Dört Halife'nin başına gelenler, Müslümanlar tarafından öldürülen halifeler, sonraki dönemlerde İslam dünyasının her yanında aynı anda birçok halifenin ortaya çıkması, hatta Endülüs Emeviler'in bir dönem halifeyi kovmaları, Tuğrul Bey'in halifenin siyasi yetkilerine son vermesi gibi olaylar tarih kitaplarında anlatılan herkesin bildiği gerçeklerdir. Ayrıca halifeliği hiçbir işe yaramadığı için kaldırdım desem de yeridir: I. Dünya Savaşı’nda Müslüman Arapların Osmanlı’ya karşı İngilizlerle birlikte hareket etmesini engelledi mi halifelik? Hayır! En önemlisi de İngiliz emperyalizmi Halife/Padişah Vahdettin’e yaptığı gibi her hangi bir halifeyi kukla haline getirip kendi çıkarları için kullanmasın, halifeyi kontrol edip kullanıp sömürdüğü Müslümanlara daha fazla zulmetmesin diye kaldırdım halifeliği. Bu arada Osmanlı’yı parçalayan idam fermanı Sevr Antlaşması’nda İngilizler ısrarla halifenin/halifeliğin varlığını korumasını istemişlerdir. Halifeliği kaldıracağım günlerde de İngilizler Hint Müslümanı kılığında iki casuslarını (Emir Ali ve Ağa Han) devreye sokarak halifeliğin kaldırılmaması için çaba harcamıştır.
SORU 2: 1932’DE EZANI NEDEN YASAKLADIN?
CEVAP 2: 1932’de ezanı yasaklamadım. Ezanları gürül gürül, üstelik halkın anlayacağı dilde Türkçe okuttum. İnan, Allah Türkçe de bilir! Böylece dilimiz Türkçeyi en yükseğe, minarelere çıkardım. Ezanları yasaklayacak olan işgalci Yunanlardı. Onları bu topraklardan ben kovdum. Böylece ezanların susmasını engelledim.
SORU 3: AYASOFYA’YI NEDEN KAPATTIN?
CEVAP 3: Ayasofya 1000 yıldan fazla kilise 500 yıl kadar cami olarak kullanılmış dünyanın en eski mabetlerinden biridir. İki büyük tek tanrılı/ilahi din; Hıristiyanlık ve İslamiyet için kutsal olan bu tarihi mabedi, İNSANLIĞIN ORTAK KÜLTÜR MİRASI olarak gördüğüm için KORUMAK ve gelecek kuşaklara aktarmak istedim. Bir tarihi yapının en iyi şekilde KORUNMASI ve SERGİLENMESİ için o yapının müze olması gerektiğine inanırım. Bu nedenle Ayasofya’yı müze yaptım. Bu arada Fatih’in Ayasofya Vakfiyesi diye bir şey yoktur. Bu konudaki iddia tamamen uydurmadır. Ayrıca Ayasofya’nın bulunduğu bölgede çok sayıda büyük cami vardır. Müslümanlar oralarda da namazlarını kılabilir. “Ayasofya’da namaz kılanlar daha çok sevap kazanır!” diye bir İslami hüküm de olmadığına göre yaptığım hem DİNE, hem İNSANLIĞA uygundur.
Anadolu'da milli kazılar yaptırdım. Bu kazılar sonunda ortaya çıkan eskiçağ kültürüne sahip çıkmak için 25 arkeoloji müzesi kurdum. Topkapı Sarayı'nı müzeye dönüştürerek Osmanlı kültür uygarlığına sahip çıktım. Konya Mevlana Dergâhı ve Türbesi'ni müzeye dönüştürerek Selçuklu kültür uygarlığına sahip çıktım. Ayasofya'yı müzeye dönüştürerek de Bizans-Osmanlı sentezine, binlerce yıllık ortak kültüre sahip çıktım... Müze uygarlıktır, müze kültürdür.
SORU 4: KUR’AN HARFLERİNİ NEDEN YASAKLADIN?
CEVAP 4. Kur’an harflerini değil Arap harflerini kaldırdım. Kur’an önce/ilk Araplara indirildiği için, Kuran'da ifade edildiği gibi anlaşılsın diye Arapçadır. Allah katında hiçbir harf sistemi kutsal değildir. Arap harfleri de kutsal değildir. Arap harflerini okuma, yazmayı güçleştirdiği için kaldırdım. Ben harf devrimini yaptığımda Türkiye’de Arap harfleriyle okuma yazma bilenlerin oranı, erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4’tü. Arap harfleri Türkçeye uygun değildir. Bu alfabeyi kullandığımızdan beri ülkemizde okuma yazma maalesef fazla gelişmedi. Nitekim 1928’de harf devriminden sonra Yeni Türk harfleri ile halkımız kısa sürede okuryazar oldu. 1935’te okuma yazma oranı toplamda yüzde 23’e ulaştı.
SORU 5: TATİLİ NEDEN CUMADAN PAZARA ALDIN?
CEVAP 5. Gelişmiş ülkelerle, özellikle Avrupa ile siyasi, ticari, ekonomik ilişkileri güçlendirmek istedim. Böylece Müslüman Türkiye’nin her bakımdan Avrupa ile yarışır duruma gelmesini amaçladım. Bunun için tatili cumadan pazara aldım. Ölçüleri ve takvimi de bu nedenle değiştirdim. Mesela tatil günleri uygar dünyada pazar günleri...Batı'da eskiden cumartesi günleri de yarım gün çalışılırdı. Bizde nasıl? Perşembe yarım gün, cuma tatil. Dış dünyayla ilişkide bulunulabilecek tam üç gün kalıyor. Ne yapılabilir bu kısa sürede. Ben makul ve akla uygun olanı tercih ettim. Bu değişikliğin geçmişin izlerini silmekle ilgisi yok. Tamamen pratik ihtiyaca uygun olarak yaptım. Aynı şeyi Ruslar ve Çinliler de yaptı. Çünkü onlar da dünyaya uyum sağlamadan içe kapalı olarak gelişmenin mümkün olmadığını gördü..
SORU 6: BİR BEZ PARÇASI (ŞAPKA) İÇİN ÂLİMLERİ ASTIN?
CEVAP 6: Şapka Devrimi için tek bir “âlim” asmadık. İskilipli Atıf, şapka takmadığı için veya Şapka Devrimi’ne karşı (üstelik bu devrimden önce) kitap yazdığı için değil, Kurtuluş Savaşı yıllarında başkanı olduğu cemiyet “ihanet bildirileri” yayınladığı için ve dini istismar ederek halkı kin ve düşmanlığa yönelttiği için o zamanki yasalara göre“ vatana ihanet” suçundan asıldı.
SORU 7: FİLİSTİN’DE NEDEN İHANET ETTİN?
CEVAP 7: I. Dünya Savaşı’nda Alman komutanların, özellikle Filistin’de Alman Liman von Sanders’in başarısızlığı sonunda tüm ordularımız dağılmışken, bizim üç katımız büyüklüğündeki ve bazı Arap aşiretlerince destekli, üstelik büyük bir hava gücüne sahip İngiliz ordusunun önünden Türk ordusunu başarıyla geri çektim. Halep’te Sokak savaşları verdim. Bunun ayrıntılarını 1926’da Falih Rıfkı’ya anlattım. Son olarak Ekim 1918’de İngilizlere karşı Katma Muharebesi’ni kazandım. Halep’in kuzeyinde Türk süngüleriyle adeta doğal bir sınır çizdim. Yıldırım Orduları günlerimde (ki bu on gündür) Adana, Urfa, Maraş, Antep’te direniş yuvaları kurdum. Bu çalışmalarım Kasım 1918’in ilk günlerine denk gelir.
SORU 8: AZERBAYCAN’I NEDEN RUSLARA SATTIN?
CEVAP 8: Azerbaycan’ı benim Ruslara sattığım malum “fesli delinin” uydurmasıdır! Mondros Mütarekesi’nin 11.maddesi gereğince Türk Ordusu 1918'de Azerbaycan’ı boşaltmak mecburiyetinde kalmıştır. Ben Nahcivan’a yönelik Ermeni saldırılarını şiddetle protesto ettim. Hatta Nahcivan savunması için gizlice bölgeye subaylar gönderdim. Hatta Ruslar ile anlaşma yapmaya gönderdiğim Yusuf Kemal Bey'e "Nahcivan Türk Kapısıdır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapınız.” emrini verdim. Bolşevik Ruslarla yaptığımız Moskova Antlaşması'nın (16 Mart 1921) 3. Maddesi ile Nahcivan vilayeti arazisinde
Azerbaycan’ın himayesinde ve Azerbaycan’ın hiçbir devlete bırakmaması koşulu ile Nahcivan Özerk Cumhuriyeti oluşturulması karara bağlandı. Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında Azerbaycan'la dostça ilişkiler kurdum. 15 Ağustos 1920’de Memduh Şevket Bey'i Azerbaycan’a mümessil ve Yüzbaşı Ömer Lütfü Efendi'yi de askeri ateşe olarak atadım. 1921'de de Azerbaycan da İbrahim Ebilov'u temsilci olarak Ankara'ya gönderdi.18 Kasım 1921 saat 1’de yapılan büyük bir merasimle, Ebilov’un ricası üzerine Azerbaycan Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti bayrağını TBMM Reisi ve Başkomutan olarak bizzat ben Ankara Cebeci'deki temsilcilik binasına çektim. Bu sırada yaptığım konuşmada da şunları söyledim: "Aziz arkadaşımız Ebilov hazretleri; bugün Azerbaycan’ın istiklalini temsil eden sancağı çekerken ellerimi bir takım hissiyat ve teessürat ile müteharrik olduğunu duyuyorum; filhakika sancağı çeken benim ellerimdi. Fakat ellerimi tahrik eden bugünkü bayramda manen müşterek olan bütün Türkiye halkının hakiki ve samimi kardeşlik hissiyatı idi…” Kardeş Azerbaycan Kurtuluş Savaşı'nda Başkan Nerimanov eliyle bize maddi yardımda da bulundu. Azerbaycan elçiliğinin açılışındaki konuşmamada ve 1 Aralık 1920'de Karabekir Paşa'ya gönderdiğim mektupta Azerbaycan'ın bağımsızlığına vurgu yaptım. Azerbaycan'la kültürel ilişkilere büyük önem verdim. Örneğin 1926'da Bolşevikler Azerbaycan'da Latin alfabesini yürürlüğe koydu. Bildiğiniz gibi biz de 1928'de Latin harflerine geçtik. Böylece kültürel ilişkilerin zayıflamasına engel olduk. Tarih ve Dil Kurumları da tüm Orta Asya Türk halklarıyla olduğu gibi Azeri Türkleriyle de tarihsel kültürel derinlik kurmamızda etkili olacaktı. Kısacası ben Azerbaycan’ın ve tüm soydaş ve mazlum milletlerin bağımsızlığı için çabaladım. Benim mücadelem sadece Türkiye'nin bağımsızlığı için verilmiş bir mücadele değildir, benim mücadelem dünyanın her yerindeki tüm mazlum milletler için verilmiş bir mücadeledir. “Satmak” derken hele bir araştır bakalım Kıbrıs’ı 1878’de İngilizlere kim satmış?
SORU 9: ALİ ŞÜKRÜ BEY’İ NEDEN ÖLDÜRTTÜN?
CEVAP 9: Ali Şükrü Bey, bana muhalifti ama bir vatanseverdi. Ben her şeyden önce, bana karşı meclis içi muhalefetin önemli isimlerden biri olan Ali Şükrü Bey’i öldürtecek kadar aptal değilim! Böyle bir cinayetin benim üzerine yıkılacağını, bu nedenle meclisteki muhaliflerce suçlanacağımı düşünemeyecek kadar da strateji bilmeyen biri değilim! Ali Şükrü Bey’i ben öldürtmedim. Bu, zamanınızın tabiriyle söylersem, bir “alternatif tarih” dedikodusudur. Ayrıca şu kadarını da belirteyim ki, İngilizler padişah Vahdettin'i ve Meclis içindeki bazı muhalifleri -ki aralarında güvendiğim bazı arkadaşlarım da var- kullanarak bana Meclis içi bir darbe yapmak istemişler, bunun için her türlü komploya başvurmuşlardır.
SORU 10: SOY AĞACIN NEDEN ÇIKARTILAMIYOR?
CEVAP 10: Soy ağacım ortadadır. Bu konuda çok bilgi, çok kitap var. Ayrıca soyumdan sopumdan sana ne? Yoksa son ırkçı, faşist falan mısın? Önemli olan soy sop değil bir insanın mensubu olduğu milletine ne kadar hizmet ettiğidir. Ama yine de merakını gidereyim: Ana baba soyum Türkmen’dir. Ana tarafından Konya Karaman, (Konyar), baba tarafından Aydın, Söke taraflarında yaşayan Yörüklerindenim. Atalarım Osmanlı’nın iskan siyaseti gereği 1500’lerde Konya Karaman’dan, Orta Anadolu’dan alınıp Makedonya ve civarına yerleştirilen Evlad-ı Fatihan’dandır. (yedi göbek Türk).Dedelerim Sofuzade Feyzullah Efendi ve Hafız Ahmet Efendi'dir...
SORU 11: LATİFE HANIM SENDEN NEDEN AYRILDI?
CEVAP 11. Şiddetli geçimsizlik! Bir de elektrik alamadım!
SORU 12: TÜM DEVRİMLERİN NEDEN İSLAMA AYKIRI?
CEVAP 12: Tüm devrimlerin İslam’ın özüne uygun, din zannedilen hurafelere, uydurmalara aykırıdır. "Hangi şey ki akla, bilime, milletin menfaatine uygundur o şey dinidir". Benim tüm devrimlerim de akla, bilime ve milletimin menfaatine uygundur.
SORU 13: ÖLÜMÜNLE SOYUN NEDEN KESİLDİ? AKRABALARIN YOK MU?
CEVAP 13: Akrabalarımın olup olmaması neyi değiştirir. Ancak benim devleti soyan akrabalarımın olmadığına emin olabilirsin!
SORU 14: SAİD-İ NURSİ SANA NEDEN SÜFYAN DEDİ?
CEVAP 14: Said-i Nursi'yi Kurtuluş Savaşı başında diğer bazı din adamlarıyla birlikte düşmana karşı direnişte bana yardım etmesi için Ankara'ya çağırdım. Ama birçok vatansever din adamı bu çağrımla bana yardıma geldiği halde (Libyalı Şeyh Ahmet Sünusi bile geldi) Said-i Kürdi gelmedi. İşgal İstanbul'unda Çamlıca'da oturup maaşlı bir işte çalıştı. Bu arada bazı zararlı cemiyetlere katıldığını duyduk. Ancak savaş bitince 1922'de geldi. Gelir gelmez de o dindar birinci meclisimizdeki milletvekillerine namaza çağrı bildirileri dağıtmak gibi işlerle uğraşmaya başladı.
Ayrıca Said-i Kürdi, “Kuran’daki sureler benden bahsediyor!”, “Erzurum’da karıncalarla konuştum!” diyecek kadar kendinden geçmiş biri... Bilindiği gibi Abdülhamit döneminde akıl hastanesinde yatmıştır bir süre...
Said-i Kürdi'nin benim için ne dediğinin hiç önemi yok! Ben akla, bilime değer veren Rıfat Börekçi hoca gibi Kuvvacı gerçek din adamlarının görüşlerini önemserim.

SORU 15: NEDEN SENİN GERÇEKLERİNİ SAKLAMAK İÇİN 5816 YASASI ÇIKARILDI?
CEVAP 15. Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu benim CHP’m değil, CHP’ye muhalif Menderes’in DP’si çıkardı. Ayrıca bu kanunun beni koruduğu falan da yok… Baksana sen bile bana ağzına gelen her iftirayı atabiliyorsun!
Not: Atatürk düşmanı yobaz-liboş takımının tüm yalanlarına kitaplarımda (Akl-ı Kemal (5 cilt), (Cumhuriyet Tarihi Yalanları 2 cilt), (Parola Nuh: Atatürk'ün Gizli Kurtuluş Planları), (Atatürk'ü Anlamak İçin Nutuk'un Deşifresi),(Atatürk İle Allah Arasında),(Başbakan Erdoğan'ın Tarih Tezlerine ELCEVAP) ve (VAİZ; Öteki Mehmed Akif gibi kitaplarımda) belgeli cevap verdim. Yalana esir olma!
Dersini aldın sanırım çocuk!

Tarihçi/Yazar Sinan MEYDAN

24 Mayıs 2015 Pazar

BATICILIĞIN YENİ BİÇİMLERİ: İslamcılar, Kürtçüler, Sosyalistler



Türkiye’de 200 yıldır tartışılan Batılılaşma konusu, günümüzde ilginç bir duruma geldi. Birbirinden çok ayrımlı söylemi olan siyasi oluşumlar, Batıcılık düzleminde bir araya gelmiş durumdalar. “Liberaller” bir kenara bırakılırsa; dün Batının batıllığını ileri süren “İslamcılar” bugün Avrupa Birliği’ne girmeyi, ABD ile birlikte yürümeyi savunuyor. Kürtçüler, sözcülüğünü yaptıkları Batının demokrasi getireceğine, kendilerine bir ülke kazandıracağına inanıyor. “Sosyalistler”, işçi sınıfının küresel direnişinden, enternasyonalizmden, AB demokrasisinden söz ediyor. Tümünün söz etmediği tek konu, anti-emperyalist savaşım, bağımsızlık ve ulusal egemenlik. Siyasi birlikteliklerinin temelinde, Kemalizme ve yarattığı değerlere karşıtlık var. Bu nedenle, isteseler de istemeseler de nesnel olarak emperyalizmin işbirlikçisi konumuna düşüyorlar. Bunların tümünüBatıcı siyasetler içinde görmek, buna göre davranmak doğru bir yaklaşım olacaktır.
Parti Bolluğu
Gazeteci Süleyman Coşkun, Türkiye’de Politika adlı yapıtında, parti sayılabilecek siyasi örgütlerin ortaya çıkışından 1995 yılına dek irili-ufaklı, etkili-etkisiz 246 parti kurulduğunu belirtir.1 2004’e dek kurulanlarla bu sayı 260’ı aşmış bulunmaktadır. Bugün Türkiye’de yasal olarak varlığını sürdüren 87 siyasi parti var (Ocak-2015).
Partiler, Anadolu halkının en sıkıntılı ve güç dönemi olan son yüz yıl içinde etkinlik gösterdiler ancak toplumu geliştiren kalıcı sonuçlar elde edemediler. Sayıları çok, etkileri az bu partiler, düşünsel yapıları gereği, genellikle bilinçsiz ve her zaman yetersiz bir yapılanma içinde oldular. Daha önce Batıda gelişmiş olan partilerden etkilendikleri için, ülkenin sorunlarıyla bütünleşen bir örgütlenme geleneğine sahip değildiler. Öykünmeci, bu nedenle de halktan kopuktular.
Hangi eğilimden olurlarsa olsunlar, yaşanan sorunları çözmek istiyorlar ancak toplumsal yapıyı, tarihsel kökleriyle ele alıp tanımadıkları ve ekonomik bağımsızlığın önemini yeterince kavrayamadıkları için, başarılı olamıyorlardı. Batı kapitalizminin dünyaya vermek istediği biçimi, yani emperyalizmi çözümleyemedikleri için, ülkenin gelişip güçlenmesi yönünde başarılı olacak kalıcı bir politika öneremiyor, güçlü gördükleri Batının etkisi altına giriyorlardı. Bu tutum, Atatürk dönemindeki CHP dışında siyasi parti ya da derneklerin ortak özelliği durumundaydı.
Batıcı Türleri
Türkiye siyasi partileri, sayılarının çokluğuna denk düşen bir düşünsel ayrışma içinde değildir. Kaba çizgilerle; Batıya açıktan özenen liberaller, İslamcılar, etnik ayırımcılar ve liberalleşen sosyalistler olarak dört ana kümede toplanabilirler. Kümeler arasındaki düşüngüsel (ideolojik) ve örgütsel ayrılıklar, çoğu kez uzlaşmaz karşıtlıklar gibi görünse de, gerçekte genel bir benzerlik içindedir. Bunlar, sorunları değişik ele alıyor ve değişik çözümler getiriyor görünürler ancak dış ilişkilerin belirlediği benzer politikaları uygularlar.
Örgütleri ortaya çıkaran toplumsal yapı, onların siyasi benzerliklerini ya da ayrılıklarını da belirler. Geri kalmışlıktan kaynaklanan yetersizlikler, halkın katılımına dayanmayan partilerin yöneticilerini içte ve dışta güçlü olana yöneltir. Siyaseti akçalı güçle yürütülebilen bir eylem olarak gören bu tür “yöneticilerin”, akçalı gücün etkisi altına girmemesi olanaksızdır. Bu yöneliş, partilerin bağımsızlığını doğaldır ki yok edecektir. Güce yönelme bağımlılığı, bağımlılık güce yönelmeyi arttırır. Birbiri içinden çıkan bu ikili süreç, azgelişmiş ülke partilerinin kolay etkilenebilir örgütler durumuna gelmesinin hem nedeni hem de sonucudur.
Ekonomik gücün günümüzde Batıda yoğunlaşması, hemen tüm partilerin Batıya yönelmesine ve oradan etkilenmesine yol açmaktadır. Bu gelişme, Batı partilerinin daha demokratik olmasından değil, Batının azgelişmiş ülkeler üzerinde kurmuş olduğu ekonomik baskıdandır. Bu nedenle, anti-emperyalist bilinçten yoksun azgelişmiş ülke partilerinin, hangi siyasi eğilim içinde görünürse görünsünler hemen tümü, sonuçtaBatıcıdırlar ve ülkelerine yabancılaşmışlardır. Türkiye’de; Batıcı, Arapçı ve Kürtçü olarak ortaya çıkan kümeleşmelerin ortak özelliği, tanım ve izlence (program) ayrımlarına karşın, tümünün Batıcı olmasıdır. Bunlar değişik biçim ve yöntemlerle etki altına alınmışlar ve bilinçli ya da bilinçsiz Batıya yönelmişler, küresel egemenliği benimsemişlerdir.
Açıktan Batıcılık
Batıcılığı açıktan savunan partiler en geniş kümeyi oluşturur. Kendilerinden istenenleri yerine getirmeye her zaman hazırdırlar. Gerek kişisel davranış ve gerekse kurumsal yapılanma olarak tek ölçüt kabul ettikleri Batıyla, değişik biçimlerde çıkar ilişkisi içindedirler. Kendine güvensizliği ve işbirlikçiliği yayarlar. Bunlara göre; geriliğimiz “Avrupalı gibi olamadığımız” içindir, gerilikten kurtulmak için “Batılılaşmak gerekir”.“Aydınlanma Batıdadır, ona gitmek zorundayız”, “Batıdan başka uygarlık yoktur”, bu uygarlığın “ekonomik ve sosyal yaşamını almak zorundayız.”2
Bu küme içinde, düşüngüsel söylem olarak, Batıya karşı gibi görünen ya da öyle olduğunu sananlar, buna inananlar da vardır. Kimileri, “Batı dost değildir, karşısındakinin güçsüzlüğünden yararlanmak ister”3, “buna izin vermemek için onun gibi olmak gerekir”, der; kimileri de “Batı emperyalizmi işçi sınıfının enternasyonalist mücadelesiyle yıkılacaktır”, biçiminde siyasi yaymaca (propaganda) yapar.
19.yüzyıl Jön Türk örgütleri, İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf, 1910’dan beri çalışma yürüten sosyalist vesosyal demokrat partiler, Atatürk sonrası CHP, Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, Doğru Yol Partisi, SHP,Demokratik Sol Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi gibi partiler, Batıcı liberal partilerdir.
Arapçılık ya da İslamcılık
Arapçı ya da İslamcı partiler, çok başka amaçlar ve yönelişler içinde görünürler. Din kurallarına uygun bir toplumsal düzen amaçladıkları izlenimi verirler ancak çoğunlukla böyle bir amaç ve istek içinde değildirler. Böyle bir düzeni gerçekleştiremeyeceklerini bilirler. Siyasi ve ona bağlı olarak akçeli çıkar, bunlar için her şeyden önemlidir. Güçlü olanla yani Batıyla, her zaman uzlaşma eğilimi içindedirler. Bir bölümü, doğrudan Batı yardımıyla örgütlenmiştir.
Dinsel kurallara bağlı kalıp ilkeli davrananlar ve inançları için savaşım verenler, siyasette çok küçük bir azınlığı oluşturur ve başarılı olamaz. Çıkarcılık, yabancılarla uzlaşma, boyuneğme genel özellikleridir. Dini, siyasete alet etmede ustadırlar. Batı tarafından bu nedenle desteklenirler ve ulus-devlet karşıtlığı için kullanılırlar. Batı değil, Arap kültürünü savunurlar ancak siyasi ve ekonomik olarak Batıyla birlikte hareket ederler. Arapçılıkları, dini siyaset için kullanmanın aracıdır.
İslamcı partilere göre; “İslam dünyası kalkınmak için Batıya muhtaçtır”, ancak önemli olan “Batıdan nelerin alınacağıdır”. Batı, “Bedevi bir kavmi yeryüzünün en ileri devleti haline getiren” İslam uygarlığından üstün değildir, “ahlak ve maneviyat olarak” ondan geridir. Batının “ahlak ve maneviyat olarak geriliğinin nedeni laikliktir”. Bu nedenle, “maddileşip makinele şarak adalet ve hakkaniyetten yoksun” duruma gelmiş Batıdan,“siyasi prensipler” özellikle de laiklik alınamaz. Batıdan, “ekonomi usulleri”, “maddi alandaki kalkınmalar için gerekli metot ve malzeme”, borç ve teknik yardım alınabilir. Bunları Batıdan almak ve kullanmak gereklidir.4
Arapçı Partiler
Cumhuriyet’ten önce kurulan; Osmanlı Ahrar Fırkası (1908), İttihadı Muhammedi Fırkası (1909), Heyeti Müttefikai Osmaniye Cemiyeti (1909), Fedakârani Millet Cemiyeti (1908), Teali İslam Cemiyeti (1919) ile Cumhuriyetten sonra kurulan, İslam Koruma Partisi (1946), Sosyal Adalet Partisi (1946), Arıtma Koruma Partisi(1946), Türk Muhafazakar Partisi (1947), İslam Demokrat Partisi (1951), Milli Nizam Partisi (1970), Milli SelametPartisi (1972), Refah Partisi (1983), Fazilet Partisi (1998), Saadet Partisi (2000), Adalet ve Kalkınma Partisi (2002) bu tür “İslamcı” partilerdir.5
Etnikçiler
Ayrımcılığı amaçlayan etnik kökenli partiler başlangıçta, Osmanlı İmparatorluğu’nun içindeki hemen tüm milliyetleri kapsıyordu. Rumcu, Ermenici, Arapçı, Slavcı, Arnavutçu ve Kürtçü örgütler, İmparatorluğun parçalanmasına dek varlıklarını sürdürdüler. Bunların büyük bölümü Cumhuriyetle birlikte ortadan kaldırıldı. Yalnızca Kürtçü parti ve örgütler, önce gizli, daha sonra gizli ya da açık çalışmalarını sürdürdüler. Kürt Teali Cemiyeti, Rızgari Partisi, Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi, Türkiye Kürt Talebe Cemiyeti, Devrimci Doğu KültürOcakları, Kawa, Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi, PKK-KADEK, Halkın Emek Partisi (HEP), ÖZEP, ÖZDEP, DEP,HADEP bu tür yasal ya da yasadışı partilerdir.6
Etnik kökenli partilerde dikkat çeken özellik, Cumhuriyete dek tüm azınlık kümelerinin partileşmiş olmasına karşın, Türklüğü yüceltmeyi amaç edinen Türkçü bir partinin kurulmamış olmasıdır. 19.yüzyıl sonlarındaTürkçüler ortaya çıkmaya başlamış ancak bunlar bir parti içinde örgütlenememişlerdir. Devlet örgütlerinde yönetici olarak yer alamamışlar, tersine Atatürk’ten sonra, Atatürkçüler ve bağımsızlıktan yana olan kümelerle birlikte devlet tarafından en çok kovuşturulan kesim olmuşlardır. Türkçü görünmelerine karşın, TürkçülüğüArapçılık içinde eritmeye çalışan Türk-İslam sentezciler, Türkçülük devinimi içinde yer alamazlar.
Türkçülere ve Sosyalistlere
Atatürk öldükten sonra Atatürkçüler’e yönelik siyasi ayıklamanın hemen ardından, önce Türkçüler’e sonraSosyalistlere karşı kovuşturma başlatıldı. CHP Hükümeti, 1944 yılında Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz, Alparslan Türkeş, olmak üzere 23 ileri gelen Türkçüyü tutukladı ve ciddi bir kanıt ortaya koyamadan topluca yargıladı.7 Hemen arkasından 1944 ve 1946’da “soysalistler” tutuklandı; Türkiye Sosyalist Partisi veTürkiye Soysalist Emekçi ve Köylü Partisi kapatıldı.
Özgürlük ve demokrasi sözverileriyle yönetime gelen Demokrat Parti aynı tutumu, etki alanını genişleterek sürdürdü. Önce ordudaki Atatürkçüleri topluca emekli etti; hemen sonra büyük “komünist” tutuklaması yaptı (1951)8; ardından 2 Ocak 1953’te, “ırk esasına göre cemiyet kurma” suçlamasıyla Türk Milliyetçileri Derneği’ni kapattı.
27 Mayıs’tan sonra yönetime gelen Milli Birlik Komitesi’nin davranışı da ayrımlı değildi. 27 Kasım 1960’da, 14 üyesini Komite’den çıkardı ve emekli ederek yurt dışına gönderdi. Ayıklananlar içinde Türkçüler çoğunluktaydı ancak içlerinde Muzaffer Karan gibi 1965’te İşçi Partisi’nden milletvekili olacak kişiler de vardı.9
Atatürkçü Subaylar Tutuklanıyor
Atatürkçü olarak bilinen Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın, 21-22 Mayıs 1963’te, İnönü Hükümetini devirme girişiminde bulunması üzerine geniş tutuklamalar yapıldı, hareketin öncüleri idam edildi. Harp Okulu öğrencilerinin tümü, okullarından atıldı.10
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra ordudan yüzlerce Atatürkçü subay atıldı, bir kısmı işkence görerek tutuklandı.11 12 Eylül Darbesi’nden sonra da aynı şey yapıldı; ordudan subaylar atıldı, binlerce devrimci veülkücü birlikte tutuklanarak çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. Her iki kesimden 517 kişiye idam cezası verildi. Bunlardan 18’i devrimci, 8’i ülkücü olmak üzere, 26’sının cezası infaz edildi.12
“İslamcı” Partiler
“İslamcı” bir parti, Cumhuriyet tarihinde ilk kez 1974’te Cumhuriyet Halk Partisi-Milli Selamet Partisi koalisyonuyla yönetime geldi. İsmet İnönü’ün 1938’de Cumhurbaşkanı olmasıyla başlayan, İslamcılığa gözyumma tutumu, Şemsettin Günaltay’ın 1949’da Başbakan olmasıyla hız kazanan ve 1974’e dek süren süreç sonunda, önemli bir siyasi dönüşüme neden oldu. “İslamcılar”, Cumhuriyet Halk Partisi ve daha yoğun olarak Adalet Partisi içinde siyaset yaptılar. Bu dönemlerde yasal parti kurma gücünde olmadıkları için, parti olarak değil, kendilerini gizleyerek, kümeler halinde yasal partiler içinde çalışıyorlardı.
Necmettin Erbakan, kurduğu Milli Selamet ve Refah partileriyle, hem başka partiler içinde çalışma dönemine son verdi, hem de 1974’de CHP, 1974-1978’de AP ve MHP, 1996’da Doğru Yol Partisi’yle yaptığı koalisyonlarla hükümete girmeyi başardı; islamcı partilere Cumhuriyet Devleti içinde yasallık kazandırdı. Necmettin Erbakan’ın sağladığı birikim üzerine kurulan ve Batıcı İslamcılar’ın son örneği olan Adalet ve Kalkınma Partisi, Kasım 2002’de, Meclis’teki milletvekillerinin üçte ikisini alarak yönetime geldi. Bu gelişme, “islamcılar”ın 19.yüzyıldan beri elde ettiği en büyük politik başarıdır.
Yüz Yıllık Çalışma
Yüz yılı aşkın süredir politik eylem içinde olan “İslamcılar”, parti çalışmasını, kendilerinin açıkça yapamadıkları dönemlerde, “doğru ve haklı olmayan (batıl) bir düzenle bütünleşme”13 olduğunu ileri sürerek eleştiriyorlardı. Partilerin, Müslümanları bölmeyi amaçlayan “nifak” araçları olduğunu söylüyorlar14 ancak fırsatını buldukları an siyasi çalışma içine giriyorlardı.
1911’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın, İttihat ve Terakki yönetimini devirme başarısını göstermesi; İslamcıları, üstelik yoğun biçimde parti çalışmalarına yöneltti. 1922’ye dek bu yönde çaba gönderdiler. Cumhuriyet’in ilk on beş yılında, yasal çalışma olanağı bulamadıkları için gizli çalıştılar. Ancak, Türkiye’de dış etkinin, özellikle ABD etkisinin arttığı 1945’ten sonra, önce başka partiler içinde çalıştılar, daha sonra kendi partilerini kurdular.
İlke Değil Akçe
Batıcı-İslamcı partiler, 20.yüzyılla birlikte ortaya çıkmışlardır. Başka partiler gibi, ekonomik çıkar için siyasi güç peşindedirler. Güçleri, toplumsal gönenç ve ulusal bilincin gerilediği dönemlerde artıyor, toplumsal varsıllığın artması durumunda azalıyordu. Kitleler yoksullaştıkça, içine kapalı edilgen kalabalıklar haline geliyor ve bu partilere yöneliyordu. Halkın umarsızlığından güç aldıkları için, aynı amaç peşindeki emperyalist politikalarla kolayca uzlaşıyor ve bu uzlaşmayı kendilerine imanla bağladıkları yandaşlarına anlatmakta güçlük çekmiyorlardı. Çıkara dayalı siyasi amaçlar için “her yolu meşru” sayıyorlar, güçlüye yönelmekten başka hiçbir ilkeye bağlı kalmıyorlardı. İlke den çok akçeye önem veriyorlar, bu nedenle de“islamcı” tanımını belki de en az hak eden siyasi bir hareket haline geliyorlardı. 
“Batıyla” Uzlaşma
İslamcı’ partiler, batıl saydıkları Batıyla uzlaşmanın kuramsal dayanaklarını, dönemin ve koşulların değişkenliğine bağlı olarak, her zaman ve her biçimde hazırlamışlardır. “İlerleme”, “zamana uyma”, “yenileme-yenilenme (tecdid-teceddüd)” söylemlerinin “dinsel” dayanaklarını, gerçeği yansıtmayan Hadis yorumlarıyla açıklamak zor değildi. Görünüşte ileri sürülen temel sav, “İslamı; ahlak, siyaset, ticaret ve eğitimle bir bütün olarak yeniden hayata hakim kılmak”tı. Bunun için “artık eskimiş olan bazı temel değerlerin atılıp yerlerine, yeni/ileri değerlerin konulması” gerekiyordu. Burada dile getirilen “yeni” den amaç, Batı değerlerinin kabul edilmesiydi. İşin ilginç yanı İslamcılar bu girişimle, “Kuran ve Hadis’lere dayanan verilerle Batı değerlerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar ve bunu da büyük ölçüde başarıyorlardı.”15
“İslamcılık” devinimlerinin her ne kadar “kaynağa dönüşe önem verdiği” ve “içten içe yenilenmeye uzak kaldığı, hatta yenilenmemeyi ilke olarak benimsediği” kabul edilse de; “İslamcılar”, duruma ve koşullara uymada son derece beceriklidirler. Kimi zaman ‘yenileşme’ ve ‘değişme’nin ölçüsünü kaçırırlar. Görüntü ya da söylemleri ne olursa olsun, “geçmişten ve geleneklerden” koparak çok ayrı bir konuma gelirler.
Emperyalizmle Uzlaşma
“İslamcı” partilerin önemli bir bölümünün, Batıyla bütünleşerek emperyalizmin işbirlikçisi durumuna gelmesi, Müslüman ülkelere yönelen küresel stratejinin politik sonuçlarıdır. 19.yüzyıldan gelen, 20.yüzyılda yoğunlaşan küresel yönelme, hemen tüm Batı başkentlerindeki Müslümanlık İşleri Merkezleri’nde ana gündemi oluşturur. “İslamcılar”ın Batı karşıtı söylemlerinin bir anlamı yoktur.
İslamcılık akımları, bugün artık açıkça söylendiği gibi, “tarihsel olarak batılılaşma sürecinin dolaysız sonuçlarından birisi”dir.16 Araştırmacı Ahmet Çiğdem, “İslamcılık” akımlarının gelişimi konusunda şu yargıda bulunuyor: “İslamcılık, İmparatorluğun çöküşüne ve yeni bir toplumsal düzenin kuruluşuna tanık oldu. Cumhuriyetle birlikte üzerinde durduğu zemini kaybederek; yaşayan, somut ve canlı bir (siyasi y.n.) deneyim olma niteliğini yitirdi… İslamcılığın 1980 sonrasındaki canlanışı… askeri rejimin, milliyetçi ve sosyalist hareketleri bastırmasıyla ilgili” bir sonuçtu…17
Sosyalist Partiler
Türkiye’de halka ulaşamayan ve dar aydın kümeleriyle sınırlı kalan çok sayıda “sosyalist” parti kurulmuştur. Yüz yıllık uzun bir geçmiş içinde, değişik adlarla kurulan bu partiler, yoğun çalışmalara ve sıkıdüzene (disipline) dayanan örgütsel ilişkilere karşın, hiçbir dönemde kendilerini halka kabul ettirememişler, ona yabancı kalmışlardır.
İşçi sınıfını temel alan bir çalışma yürütmüşler ancak işçilerin küçük bir azınlığını bile örgütleyememişlerdir. Köylülüğe önem verenler ya da işçi-köylü birlikteliğini öne çıkaranlar olmuş, bunlar da köylüye ulaşamamıştır. Halkla bütünleşemedikleri için küçük ve etkisiz bir aydın devinimi olarak kalmışlar, kitleselleşemedikleri için, bir türlü bitmeyen kısır çekişmeler içinde sürekli bölünüp parçalanmışlardır.
İdeolojik Açmaz
Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan partilerin, halkla bütünleşmemesinin temel nedeni, benimsedikleri düşüngü ve bu düşüngünün Türk toplum yapısıyla uyuşmayan öncelikleridir. Sosyalizm, Batı toplumlarını inceleyen kuramcıların, Batı için öngördükleri bir öğretidir. İncelediği ve görüş geliştirdiği toplumsal çerçeve Batıyı kapsar, Türk toplumuyla örtüşmez, onun gereksinimlerine yanıt vermez. Varlığı için, kapitalizmin gelişmiş olması gerekir. Bu nedenle Türkiye’de kurulmuş olanların sosyalistliği, günümüz koşullarında yalnızca ad düzeyinde kalır.
“Sosyalist” çözümlemelerle Türk toplumunun günümüzdeki gereksinimleri arasındaki uyuşmazlık, yapısaldır, istemle değiştirilemez. “Sosyalistlerin” Türk halkıyla bütünleşememesine neden olan bu gerçek, aynı zamanda, “sosyalist” partileri, Batıcılığın bir başka kolu durumuna getirir. Avrupa kapitalizminin yarattığı kültürün düşüngüsü olan liberalizmi benimseyip savunanlar ne denli Batıcıysa, yine kapitalizmin bir ürünü olan sosyalizmi benimseyen “soysalistler” de o denli Batıcıdırlar.
Sosyalist Partilerin izlencelerine ve savaşım biçimlerine yansıttıkları kuramsal yaklaşım neredeyse çevirilerden oluşan aktarmalara dayanır. Toplumsal dönüşümü, üstelik sınıfsız topluma gidecek dönüşümü gerçekleştirme savındadırlar. Ancak, ne değiştirmek istedikleri Türk toplumunu ne de örnek aldıkları Batı toplumlarını yeterince tanırlar.
Sömürü ve baskıya karşıdırlar. Ancak, Batının değer yargılarına dayanan ve toplumsal gerçeklikle örtüşmeyen bu karşıtlık, sonuç getiren somut bir eyleme dönüşemez. Yazıya dökülen görüşler sözde kalır, yaşamın canlılığıyla bütünleşemez. “Dünya işçilerinin birliği”, “enternasyonal dayanışma”, “küresel başkaldırı” gibi gösterişli söylemler kullanırlar ancak kendi ülkelerinde, hedef kitleleri olan işçileri bile etkileyemezler. Türkiye’de “soysalistler” için geçerli olan bu nitelikler, kendilerine sosyal demokrat diyenler için de geçerlidir.
Yüz Yıllık Geçmiş
Türkiye’nin ilk “sosyalist” partisi olan Osmanlı Soysalist Fırkası, 1910’da İstanbul’da kuruldu. Sosyalist partilerin çalışmaya bu tarihte başladığı kabul edilecek olursa, aradan geçen uzun süreye karşın parti başarısı bakımından elde edilen gelişme, yok denecek düzeydedir.
Yüz yılda çok sayıda parti kurulmuş, kimileri büyüyüp yönetime gelmiş, yok olanların yerini başkaları almış ancak hiçbir dönemde hiçbir sosyalist parti, yönetime gelmek bir yana, dikkate değer karşıtçı bile olamamıştır. Halktan oy almak kitle desteğinin bir ölçütü ise, “sosyalist” partilerin yüzyıllık savaşımından sonra aldığı oy, bugün yüzde birin altındadır.
Onlarca yıllık birikime, bu birikimi sağlayan yoğun savaşımlara ve ‘çok güvenilen’ bilimsel bir kurama karşın, halktan bu denli uzak kalınmasının bir nedeni olmalıdır. Sosyalistler okuyup yazan insanlardır; inançları yönünde özverilidirler; kişisel çıkar ve servet peşinde koşmazlar; örgütlenme deneyimine en çok sahip olanlar onlardır. Bu nitelikleri olan insanlar, yüz yıllık uğraşıya karşın halktan neden destek alamazlar? Buna karşın, örneğin 1919’da bir Osmanlı paşası olan Mustafa Kemal, yanında yalnızca 16 subayla Samsun’a çıkarak, 3.5 yılda büyük bir ulusal direnişi, 15 yılda büyük bir toplumsal dönüşümü nasıl gerçekleştirebilmektedir? Bu soruya yanıt verilmesi gerekir.
Nesnellik Sorunu
Sosyalistlerin halktan destek alamamasının nedeni, insan eylemine bağlı (öznel) bir eksiklik değil, toplumsal yapının niteliğiyle ilgili (nesnel) bir sorundur. Gelişen kapitalist ilişkilerin yarattığı sınıfsal çelişkileri çözümlemeğe çalışan Avrupa kaynaklı sosyalist kuram, hemen aynısıyla kabullenilmiş ve çok başka konumdaki Türk toplumunda uygulanmaya çalışılmıştır. Üstelik bu girişim, uran (sanayi) toplumu durumuna gelen Batılı ülkelerde bile henüz başarılabilmiş değilken yapılmıştır.
Türkiye; “Sosyalist” Parti Mezarlığı
Şimdiye dek kurulan “sosyalist” partilerin bir bölümü şunlardır: Osmanlı Sosyalist Fırkası (1910), Sosyal Demokrat Fırkası (1918), Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (1919), Osmanlı Mesai Fırkası (1919), Osmanlı Çiftçiler Cemiyeti Fırkası (1919), Türkiye Sosyalist Fırkası (1919), Amele Fırkası (1920), Türkiye Komünist Fırkası(Bakü-1920), Halk İstirakiyun Fırkası (1920), Müstakil Sosyalist Fırkası (1922), Türk Sosyal Demokrat Partisi(1946), Türkiye Sosyalist Partisi (1946), Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (1946), Ergenekon İşçi ve Köylü Partisi (1946), Demokrat İşçi Partisi (1950), Vatan Partisi (1954), Sosyalist Parti (1960), Türkiye İşçi Partisi (1961),Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (1974), Türkiye İşçi Partisi (1975), Türkiye Emekçi Partisi (1975), Sosyalist Devrim Partisi (1975), Türkiye İşçi Köylü Partisi (1978), Türkiye Birleşik Komünist Parti (1990), Sosyalist Birlik Partisi(1991), Birleşik Sosyalist Parti (1994), Özgürlük ve Demokrasi Partisi (1997).18
DİPNOTLAR
1.                   “Türkiye’de Politika”, Süleyman Coşkun, Cem Yay. İst.–1995, sf.299
2.                   “Batılılaşma Hareketleri–I” Prof.T.Z.Tunaya, Cumhuriyet Yay.–1999, sf.97
3.                   a.g.e. sf.97
4.                   “Türkiye’de Siyasi Partiler” Prof.T.Z.Tunaya, Arba Yay., 2.Bas. İst.–1995, sf.168 ve “Batılılaşma hareketleri–I”Prof.T.Z.Tunaya, Cumhuriyet Yay.–1999, sf.101, 102
5.                   “Türk Siyasal Yaşamında Yer Almış Başlıca Siyasal Dernekler, Partiler ve Kurucuları” İlhami Sosyal, “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 8.Cilt, sf.2010, 2018 ve “Türkiye’de Şeriatın Kısa Tarihi” Halil Nebiler, Ütay, 1994, sf.31
6.                   “Kürtler II.” Hıdır Göktaş, Alan Yayıncılık, 2.Baskı, 1991
7.                   “Ülkücü Hareket–I”, Hakkı Öznur, Atik–1996, sf.70
8.                   “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 15.C., sf.1201
9.                   “Ülkücü Hareket–I”, Hakkı Öznur, Atik–1996, sf.133
10.             “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 7.Cilt, sf.1983
11.             “12 Mart’a Beş Kala”, Celil  Gürkan, Tekin Yayınevi İst.–1986, sf.56
12.             “Darbenin Bilançosu” Cumhuriyet, 12 Eylül 2000
13.             “Türkiye Cumhuriyeti’nde Siyasal Düşünce Akımları” Mete Tuncay, “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”İleri Yay., 7.Cilt, sf.1928
14.             “İslamcılık”, Şerif Mardin, a.g.e. sf.1936
15.             “İslamcılar ve Sistem”, Ruşen Çakır, a.g.e., 15.Cilt, sf.1210
16.             “İslamcılık”, Ahmet Çiğdem, a.g.e., 15.Cilt, sf.1225
17.             a.g.e. sf.1231
18.             “Türkiye’de Politika”, Süleyman Coşkun, Cem Yay.–1995, sf.351, 378
http://ulusalyol.net/baticiligin-yeni-bicimleri-islamcilar-kurtculer-sosyalistler-2/