8 Ekim 2015 Perşembe

NOBEL ÖDÜLLERİ



Nobel Ödülleri her yıl şu dallarda verilmektedir:
Edebiyat, Fizik, Kimya, Tıp, Ekonomi ve Barış.

Bunlardan Nobel Barış Ödülleri ve Nobel Edebiyat Ödülleri hep eleştiriye, tartışmaya açık olmuştur. Bu alanlarda verilen ödüllerde, emperyalist odakların yaptığı tercihlerinin öne çıktığı iddia edile gelmiştir.
Bu iddiaların haklılığını gösteren örnekler sunuyorum.

1973 yılı Nobel Barış Ödülü, Henry Kissinger’e verildi.
Hanry Kisinger; başta Güney Amerika olmak üzere dünyanın hemen her yerinde, ABD karşıtı ülkelerde, kanlı darbeler, katliamlar düzenleyip gerçekleştiren bir küresel teröristtir.
Özellikle Avrupa’da, Siyonist Yahudi Henry Kissinger’in Lahey’de “Uluslar arası Savaş Suçları Mahkemesi”nde yargılanmasını isteyen ciddi çevreler bulunmaktadır.
Amerikalı yazar Christopher Hitchens, “The Trial of Henry Kissinger” (Henry Kissinger’in Yargılanması” adlı bir kitap yazmıştır.

1978 yılı Nobel Barış Ödülü, İsrail Başbakanı Menahem Begin’e verildi.
Menahem Begin; Filistinli Müslüman Arapları öldürüp topraklarını ele geçirmek amacıyla kurulan terör örgütü İrgun Çetesi’nin üyesiydi.
Siyonist Yahudi Menahem Begin, bir terörist idi.
(Bu konuyu belgeleriyle ve ayrıntılı olarak “EFENDİ TERÖRİSTLER” adlı kitabımda yazmıştım.)

1994 yılı Nobel Barış Ödülü, İsrail Başbakanı İzak Rabin’e verildi.
İzak Rabin; Filistinli Müslüman Arapları öldürüp topraklarını ele geçirmek amacıyla kurulan Haganah Çetesi’nin üyesiydi.
Siyonist Yahudi İzak Rabin, bir terörist idi.
(Bu konuyu belgeleriyle ve ayrıntılı olarak “EFENDİ TERÖRİSTLER” adlı kitabımda yazmıştım.)

1964 yılı Nobel Edebiyat Ödülü, dünyaca ünlü Fransız yazar ve düşünür Jean Paul Sartre’ye verildi.
Jean Paul Sartre, ödülü kabul etmedi, reddetti.
Emperyalist sömürüye, dünyanın çeşitli yerlerinde başlattığı savaşa karşı olan Fransız yazar ve düşünür Sartre, verilmek istenen ödülün, özgürlükçü felsefesiyle örtüşmediğini duyurdu.

2006 yılı Nobel Edebiyat Ödülü, Orhan Pamuk’a verildi.
Orhan Pamuk, yazdığı romanlarda, üstü kapalı, İbrani asıllı olduğunu belirtiyordu.
Orhan Pamuk, ödül öncesi, Amerika ve Avrupa’da şu sözleriyle adını duyurmuştu:
“Bu topraklarda bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü ve benden başka kimse bunları söyleyemedi!”

Değerli Dostlar,

Nobel Barış Ödülü ve Nobel Edebiyat Ödülü verilmesinde ne tür önyargıların ve siyasi tercihlerin öne çıktığını, ne tür kir ve lekelerin, kusur ve ayıpların ödüllere bulaştığını yukarıda birkaç örnekle gösterdim.
Ancak; Fizik, Kimya ve Tıp gibi bilim dallarında verilen Nobel Ödüllerine hiçbir önyargı, siyasi tercih, kir, leke, ayıp bulaşmamaktadır.
Bilim dallarında Nobel Ödülünü, dünyaca ünlü bilim adamları; yıllarca süren çalışmaları, araştırmaları, yaratıcılıkları, beyinsel güçleriyle alırlar.
Bu nedenle, Fizik, Kimya ve Tıp dallarında Nobel Ödülü alanları tüm dünya halkları içten alkışlar, sevgi ve saygıyla kucaklar.

7 Ekim 2015 günü, Nobel Kimya Ödülünü Prof. Dr. Aziz Sancar’ın kazandığını tüm Türk halkı büyük bir heyecan ve coşkuyla öğrendi.
Prof. Dr. Aziz Sancar; ilk, orta, lise ve üniversite öğrenimini Türkiye’de tamamlamış, doktora çalışmaları için ABD’ye gitmiştir.
Prof. Dr. Aziz Sancar’ı yetiştiren, Türkiye Cumhuriyeti devletinin okullarıdır.
Prof. Dr. Aziz Sancar, Cumhuriyet çocuğudur.
Prof. Dr. Aziz Sancar, Büyük Devrimci ATATÜRK’ün kurduğu Cumhuriyetin bilim adamıdır.
Ne kadar övünsek, ne kadar gururlansak azdır!

Değerli Dostlar,

3 Ekim 2015 günü yazıp, Facebook’taki sayfama koyduğum, hâlâ sayfamda duran, “TÜRKLER HİÇBİR KONUDA BAŞARILI DEĞİLMİŞ!” başlıklı yazımı okumanızı dilerim.

Saygılar,

Yılmaz Dikbaş
8 Ekim 2015, Perşembe
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

FAŞİZMİN KÜRESELLEŞMESİ-1




Faşizm ve Nazizm, ekonomik temelleriyle ele alınacak olursa, günümüzdeki küreselleşme uygulamalarından öz olarak ayrımlı olmadığı görülecektir. İtalya ve Almanya’da açık şiddet ve siyasi terörle sağlanan tekel egemenliği; İngiltere, Fransa ya da ABD’nde “demokratik” yöntemlerle sağlanmıştır.  Bu, kolay görülebilir bir gerçektir. Batılılar, İtalya ve Almanya’da 20.yüzyılın ilk yarısında yaşanan vahşete, Batıda bugün de geçerli olan ekonomik düzenin değil; Mussolini ve Hitler’in “çılgın hırslarının” ve “demokrasiden yoksunluğun” yol açtığını söyler Pazar paylaşımından, şirket egemenliğinden ve tekelleşmeden söz edilmez.
Büyük Sermaye Düzeni

Faşizm ve Nazizm, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı. İtalya’da Ulusal Faşist Parti ve Almanya’da Nasyonel Sosyalist İşçi Partisi adıyla ortaya çıkan siyasi devinim, Batı dünyasında her zaman, İtalyan ve Alman ırkçılığı olarak işlendi; gerçek niteliğiyle irdelenmedi. Oysa, faşizm ve nazizm; ekonomik dayanakları, sınıfsal temelleri ve tekel gereksinimleriyle birlikte ele alınırsa, büyük sermaye çıkarlarıyla dolaysız ilişkisi olan siyasi bir devinim olduğu görülecektir.

"Uygar" Saldırganlar

Bu tutum son derece anlaşılır bir davranıştır. Milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşın sorumluluğu, bir takım “çılgınların” politik hırslarına yüklenecek olursa, gerçekler gizlenebilecek ve Batının dillerden düşürülmeyen “uygarlığı” zarar görmeyecekti.
Halka söylenen ya da okul kitaplarında yer alan neden; Birinci Dünya Savaşı’nda Boşnak bir suikastçı, ikincisinde ise Polonya’nın askeri işgalidir. Askeri savaşın ekonomik savaşın süreği olduğundan, ekonomik yarıştan, sömürgelerden ve emperyalizmden söz edilmez, söz edilmesi de hoş karşılanmaz.
“Demokratik nezaketinden” asla ödün vermeyen “Batı uygarlığı”, işlenen insanlık suçunun sorumluluğunu her zaman kendisinden uzak tutar. Oysa açık olan gerçek, yalnızca iki dünya savaşının değil, 20.yüzyıldaki çatışmaların tümünün Batı kaynaklı olmasıdır. Söz konusu, pazar ve para olduğunda, Batının “ilkeli demokratları” karşınıza kolayca “kararlı faşistler” olarak çıkabilir, seçimler ya da toplama kampları hemen “basit ayrıntılar”  durumuna gelebilir.

“Şirket Demokrasisi”: Faşizm

Sanayi devriminin yol açtığı üretim bolluğu, üretimi gerçekleştiren şirketlerin önce iç pazara daha sonra dünyaya açılmasını zorunlu kılmıştı. Dışarı açılma üretim artışının, üretim artışı da dışarı açılmanın itici gücü olmuş ve şirketler dünya ekonomisine, bağlı olarak siyasetine yön veren büyük güç merkezleri durumuna gelmişti.
Tekelleşerek büyüyen şirketler, içerde uysal ve sözdinler işçi kitleleri, dışarda ise sınırlanmamış bir özgürlükle kullanacakları bir pazar istiyordu. Bu isteğin yerine getirilmesi için kurulan baskı ve sağlanan toplumsal denetim, içerde yoğun bir sınıf sömürüsüne dışarda ise sömürgeci ilişkilere dayandırılmıştı.
Gelişmiş ülkelerde iç ve dış sömürü arasında, ters orantılı bir ilişki vardır. İçerde uygulanan sınıfsal baskı dış sömürü arttıkça azalır, dış sömürü azaldıkça artar. Bu ikili ilişki aynı zamanda, içerde geçerli kılınan “demokrasinin” sınırlarını ve siyasi savaşımın yeğinliğini (şiddetini), belirler; dışardan ne denli kazanç getirilirse içerde o denli “demokrat” olunur.
Yeğinlik, tekelci şirket bilançolarının büyüyen ya da küçülen kazancın niceliğine bağlı olarak, açık ya da örtülü, her zaman vardır. Tekel egemenliği süreç içinde,  toplum üzerinde o denli etkili bir egemenlik kurar ki, düzenin meşruiyeti, tekelci şirket egemenliğinin sürdürülmesiyle örtüşür duruma gelir. Burada artık geçerli olan demokrasi ve özgürlük, “tekelci şirket demokrasisi” ve “özgürlüğüdür”. Küreselleşmenin temelini oluşturan bu gerçek, Batı Avrupa ve Amerika’da, işçi eylemleri ya da düzen karşıtı politik devinimlerin yeğinlikle bastırılmasını, tarihsel bir gelenek durumuna getirmiştir.

Tekel Egemenliği

Faşizm, tekelci şirket egemenliğinin, açık şiddetle kurulması ve sürdürülmesidir. Tekelci sermayenin yapısından kaynaklanan ve hiçbir kısıtlamayı kabul etmeyen egemenlik anlayışı, “demokrasi” geleneklerinin yetersiz kalması durumunda faşizmi gündeme getirir. Belirleyici olan, tekel eğilimlerine yanıt verecek bir düzenin kurulması ve bu düzenin güvenlik altına alınmasıdır. Bu ise, yönetim gücünün, kesin ve saltık (mutlak) olarak elde tutulmasına bağlıdır. Yönetimin elde tutulması asıldır, bu iş için kullanılan yöntemler ikincildir.
Faşizm ya da demokrasi, düzen karşıtlığının örgütlü siyasi eyleme yönelmesine bağlı olarak her an birbirlerinin yerine geçebilecek devlet biçimleridir. Aynı üretim biçimine ve kültüre sahip Batılı ülkeler, bir bütün olarak ele alınırsa bu ülkelerde, tekelci şirket egemenliği ve bu egemenliğin geçerli kıldığı ekonomik işleyişte niteliksel bir ayrımın olmadığı görülecektir. Ayrı kavramlar durumuna getirilmeye çalışılan faşizm ve demokrasinin gerçek yaşamda birbirine olan yakınlığı, Batıda geçerli olan ve tekel egemenliğine dayanan düzenin doğal sonucudur. 1930 Almanyası ile 2000 Amerikası arasındaki şaşırtıcı benzerliğin nedeni bu sonuçtur.

Silah ya da Oy Pusulası

Batılı ülkelerde, düzene karşı politik karşıtlık, örgütlü duruma gelip güçlendiğinde, silah ve oy pusulası arasındaki ayrılık önemini yitirir ve açık şiddet hemen devreye girer. Açık şiddetin düzey ve yaygınlığını düzenin değiştirilmesine yönelen karşıtçılığın gücü belirler. Karşıtçılık ne denli güçlüyse, uygulanan şiddet de o denli güçlüdür.
Düzen karşıtçılığı önlenmiştir. Bunu sağlamak için, kültürden spora, eğitimden siyasete dek yaşamın her alanında, halkı politikadan uzak tutacak her tür yöntem kullanılır. Ancak, yine düzene yönelen politik karşıtçılık ortaya çıkarsa, asla hoşgörü gösterilmez ve hemen ezilir. Batının yakın tarihi bu tür eylemlerle doludur.
Almanlar 1930’larda rejim karşıtlarını toplama kamplarına yığarken aynı işi “demokrat” Amerikalılar Japon kökenli yurttaşlarına uyguladı. Pearl Harbor baskınından sonra Japonya ile savaşa giren ABD hükümeti, savaşla hiç ilgileri bulunmayan ve daha önce göç ederek ABD vatandaşı olan Japon kökenli insanları Nevada çöllerinde kurduğu toplama kamplarına topladı.
Hitler, Milletler Cemiyetine haber vermeden Polonya’ya girerken, NATO Birleşmiş Milletler’in geçerli kurallarını yok sayarak Yugoslavya’yı bombaladı. Hitler ve Mussolini, 1930’larda, en barışçıl eylemleri bile silahla eziyordu. Bugün, Batının “demokratik” ülkeleri, yoksul ülkeleri birlikte bombalıyor. Ülkelerinde, küreselleşme karşıtı kitle gösterilerini ateşli silahlarla dağıtıyor; insanlara işkence ediliyor, gerekirse öldürülüyor.
Cenova 2001 protestolarında bir kişinin ölmesi seksen kişinin kaybolması üzerine, küreselleşme yanlısı eski İtalya Başbakanı D’Alema bile şunları söylemişti : “Güvenlik güçleri tarafından uygulanan şiddet yöntemlerinin, üst düzey siyasi kesim tarafından; korunduğu, kabullenildiği ve teşvik edildiği yolunda kuşkular var. Bunun adını koymak için faşizmden başka tanım bulamıyorum.”1

1933 Almanya'sı

Hitler’i yönetime getiren tekelci şirketlerden biri olan büyük demir–çelik tröstü Krupp’un sahibi Alfried Krupp 1933 yılında “Biz Krupp’çuların istediği, iyi işleyen ve bize rahat çalışma imkanı sağlayan bir sistemdir”2 diyordu. ABD Başkanı Bill Clinton 1993 yılında; “ABD’nin çıkarlarına ters düştüğünde müdahale etmekten çekinmeyiz”3 diyor. ABD’nin çıkarlarının ne olduğu ise, Amerikan otomotiv devlerinden General Motors’un Başkanı Charles E. Wilson’un sözlerinde bulunuyor: “Şirketim için neyin iyi olduğunu biliyorum, dolayısıyla Birleşik Devletler için neyin iyi olduğunu biliyorum”.4
Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın danışmanı eski Avrupa Bankası Başkanı J.Attali geçerli dünya düzenini şöyle açıklıyor: “Avrupa’da bir ideolojik boşluk var. Bu boşluğu piyasa ekonomisi dolduramaz. Pazar düzeni pazarın diktatörlüğünü koruyor. Yarattığı boşluk bin bir hevese yol açıyor: Faşizm, köktendincilik ve aşırıcılık, iflas eden sistemin arka koridorlarında geziyor... Ölen hayallerin yerinde fanatizmin yeşermesi istenmiyorsa yeni projeler ortaya çıkarılmalıdır”.5

Herşey Pazar İçin

20.Yüzyıl başında İtalya ve Almanya, özel girişimcilik sınırlarının daha geniş olduğu ABD ile temel yatırım alanlarındaki kamusal işletmeleri koruyan liberal gelenekli İngiltere ve Fransa’dan ayrımlıydı. Bu ülkeler sanayi gelişimlerini İtalya ve Almanya’dan daha önce tamamlamış ve dünyaya açılmışlardı. ABD, Güney Amerika’yı 20.yüzyıl başında ele geçirmişti ve alım gücü yüksek geniş bir iç pazara sahipti. İngiltere ve Fransa’nın çok sayıda sömürgesi vardı. Almanya ve İtalya ise sanayi gelişimine yanıt verecek dış pazara sahip değillerdi.
İtalyan sanayisi, iç pazarın darlığı ve dış pazarlara da açılamaması nedeniyle kendi sınırları içine sıkışıp kalmıştı.6 Ağır sanayisi büyük bir güce ulaşmasına karşın, iç tüketime dönük sanayisi yeterince gelişmemiş olan Almanya, kendi kendine yeterli bir ekonomik yapıyla ayakta duramayacak bir ülkeydi.7
Mussolini, yönetime gelir gelmez devletin elinde bulunan telefon, hayat sigortası, belediye işletmeleri ve tüm devlet tekellerini özelleştirdi. Devlet, 1924 yılında iflas eden Banco di Sconto ve Banco di Roma’nın tüm borçlarını üzerine aldı. Büyük şirket ağırlıklı nama yazılı hisse senetlerinin tümü devlete ödettirildi. Mussolini,“biz devleti, bütün ekonomik yetkilerin pisliğinden temizlemek istiyoruz. Demiryolcu, postacı sigortacı devlet yeter” diyordu. Almanya’da;Krupp, Thyssen, Schact, gibi sanayi tekelleri Hitler’i destekledi. Bu şirketler, başta Hitler olmak üzere Nazi önderlerini açıkça kâra ortak ettiler. Tekelci sermayeye büyük devlet yatırımlarının ihaleleri verildi. Bunların çoğu “şirkete göre iş” biçimindeydi.

DİPNOTLAR

1  “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları,  3.Cilt,  sf.827
2    “Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları, 1975, II.Fasikül, sf.288
3    a.g.e. sf.242
4 “Direnen Faşizm 1” Çetin Özek 1966, İzlem Yayınları, sf.188
5   “Le Origini del Fascismo; İn Fascismo, anti Fascismo 1” L.Bosso Milano, 1962, sf. 10; ak. Çetin Özek, “Direnen Faşizm 1” 1966, İzlem Yayınları, sf.189
6  “Direnen Faşizm 1” Çetin Özek, İzlem Yayınları, 1966, sf. 242–243
7  a.g.e. sf.247

7 Ekim 2015 Çarşamba

TÜRKLER HİÇBİR KONUDA BAŞARILI DEĞİLMİŞ!



Türkler, 600 yıla yakın bir süre Osmanlı'nın boyunduruğu, baskısı, eziyeti ve işkencesi altında yaşadı, kıyımlara uğradı.
Bu süre içinde Anadolu'da okul YOKTU!
Öğretmen YOKTU!
Fen bilimleri (matematik, fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi) eğitimi YOKTU!
Doktor YOKTU!
Hastane YOKTU,
Hastabakıcı YOKTU!
Ebe YOKTU!
İlaç YOKTU!
Eczane YOKTU!
Defter YOKTU!
Türkçe dilinde kitap YOKTU!
Okuryazar YOKTU!
Fabrika YOKTU!

Saz çalmak YASAKTI!
Resim yapmak YASAKTI!
Sünni-Hanefi dışında inanç sahibi olmak YASAKTI!
Hacılara hocalara, başı sarıklılara karşı çıkmak YASAKTI!

Türklerin bilmediği bir dil olan Arapça yazılı Kuran’ı papağan gibi ezberleyip hafız olmak VARDI!
Uydurma HADİSLER, SÜNNETLER VARDI!
Uymayanın kellesini alan Padişah Fermanları VARDI!
Namaz kılmayan oruç tutmayanları idama mahkûm eden Şeyhülislam Fetvaları VARDI!
Rüşvet almadan karar vermeyen kadılar VARDI!
Sahtekâr mezhepçilerin uydurduğu hurafeler VARDI!
Muska VARDI!
Üfürükçüler VARDI!
Dolandırıcı tarikatçıların dayattığı biat-itaat kültürü VARDI!
Kadınların köle olarak satıldığı Avrat Pazarları VARDI!
Başları bitli milyonlar VARDI!
Sıtmalı milyonlar VARDI!
İki milyondan fazla gözleri trahomalı insanlar VARDI!
Kendi kaderine bırakılmış binlerce verem hastası VARDI!
Frengili insanlar VARDI!
Değerli Dostlar,
Şimdi böylesi bir tabloya bakıp söyleyiniz:
Dünyada hangi millet 600 yıla yakın sürmüş böylesi kahredici koşullarda bilim adamı, mühendis, araştırmacı, teknisyen, roman yazarı, tiyatro yazarı, ressam, yontucu, müzisyen çıkarabilirdi?
Türkler, işgalci emperyalistlere karşı verdikleri Kurtuluş Savaşı ve sonrası uygulanan Atatürk Devrimleriyle, Cumhuriyetle nefes aldılar.
Türkler; Atatürk döneminden başlayarak, dünyaca ünlü bilim adamları, sanat adamları yetiştirdiler. Çok kısa zamanda bu denli başarı gösteren Türkler, Mustafa Kemal Atatürk'ü bir kez daha doğruladılar:
"TÜRK MİLLETİ ZEKİDİR, TÜRK MİLLETİ ÇALIŞKANDIR! NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!"

Yılmaz Dikbaş
3 Ekim 2015, Cumartesi
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

6 Ekim 2015 Salı

Seçimin galibi belli oldu



 Türkiye beklentilerin asgaride tutulduğu bir seçime doğru ilerliyor. Beklentiler asgaride tutulduğu için de seçim ülke siyasetini olağan ölçülerde hareketlendirmiyor. Ülkede bir açıdan bakıldığında seçim atmosferi oluşmuyor, ama unutulmasın daha yaz başında bir genel seçim geçirmiş ve seçim atmosferinden hiç çıkmamış bir ülke burası.

Kasım seçimlerini Haziran seçimlerinden ayrı düşünmek olanaksız. Kasım'ın üzerinde belirgin bir Haziran gölgesi var. Daha dört ay geçti, ne değişecekti diye sorulabilir, dört ayın siyasette dengelerin değişmesi için kısa bir süre olduğu iddia edilebilir elbette.

Oysa hiç kısa bir süre değildir. Hele de Türkiye gibi bir ülkede…

Neler neler değişirdi dört ayda… Tabii şayet niyetleri olsaydı. Şayet Türkiye'de varolan durumun değişmesini istiyor görünenler bu değişimi gerçekten istiyor ve bundan korkmuyor olsalardı.

Haziran seçimleri öncesinde Türkiye'de bir değişim talebini dillendiren elbette AKP değildi. Erdoğan ve tayfası istikrardan yanaydı, hatta Erdoğan değişime öylesine karşı, değişimden öylesine korkuyordu ki, böylesi bir sürecin yolunu ilelebet kapatmak için sistemde revizyon hayalleri kuruyordu. Anayasayı değiştirecek bir çoğunluk başkanlığın önünü açar, Erdoğan'ın konumunu sağlamlaştırır, AKP Türkiyesi'ni Türkiye ilericiliği için uyanma umudu olan bir kabustan geri dönüşsüz bir mezarlığa dönüştürürdü.

Erdoğan haksız çıktı. Sorunu, 400 milletvekili ve başkanlık hedefine ulaşamaması, bunun artık Türkiye'de ulaşılamaz bir hayal olması, bu konuda yanılması değildi. Erdoğan bunları biliyordu ama zor durumda olan bir siyasetçinin yapması gerekeni yaptı ve şansını denedi.

Erdoğan esas olarak Türkiye'de düzen içi muhalefet konusunda yanıldı ve şimdi Kasım seçimleri öncesinde ben bunlardan mı korktum diyerek CHP ve HDP'yi izliyordur.

Uluslararası siyasetin dengeleri konumu bir yıl öncesine kıyasla oldukça iyi olsa da hala Erdoğan'ı korkutmalı. Ama diktatörün Türkiye siyasetinin iç dengelerinden korkması için bir neden kalmadı.

Zalimlik ve despotlukta an itibariyle dünya tarihinde yer almış bu adamın korkusu koltuk kaybına indirgenebilir mi hiç? O koltuğun bir gün altından çekileceğini herkes gibi o da biliyor. Onun asıl korkusu her diktatör, sınırı fazlasıyla aşmış her siyasetçi gibi o koltuğun altından gittiği gün neler olacağına dair… Ülkede yaşanan Haziran Direnişi, kendisine duyulan öfkenin soyut bir duygudan somut ve insanları harekete geçirebilecek eylemci bir fikre dönüşmesi, uluslararası dengelerin hızla değişmesi; bunların hepsi gerçek ve kaygı vericiydi. AKP Türkiyesi'nin Erdoğan'dan hesap sorulacak bir ülkeye dönüşmesi bir ihtimal değil basbayağı bir seçenekti. Erdoğan'ın indirileceği değil ama Erdoğan'dan hesap sorulacağı bir ülke, geleceği aydınlık bir ülkeydi.

Bu seçeneği yalnızca Erdoğan değil herkes gördü ve belli ki bu seçenekten yalnızca Erdoğan değil herkes korktu.

Ne acı… Acı verici olan düzen siyasetinin korkaklığı, HDP ve CHP'nin zaten yapısal olarak aşamayacakları sınırlara takılmaları değil. Acı verici olan bu korkaklığın Türkiye ilericiliği içinde gereğinden fazla prim yapması.

Türkiye ilericiliği üzerinde CHP ve HDP'nin gölgesinin varolması kapitalizmin ideolojik mekanizmaları açısından bakıldığında yapısal bir olgu ve dolayısıyla doğal. Ancak, böylesi bir Türkiye tablosunda bu gölgenin gereğinden fazla büyük olması Türkiye'nin geleceği hakkında kaygı veriyor.

Haziran seçimleri öncesinde solun kopardığı gürültü bunun hakkındaydı işte.

Haziran seçimlerinde AKP geriledi, doğru. Tek başına iktidar şansını kaybetti bu da doğru. Bu tablo bir sürpriz olmazsa Kasım'a taşınacak, herkes bunu bekliyor, buna da tamam.

Peki Erdoğan ve onun şahsında somutlanan AKP Türkiyesi gerçekten ne kaybetti? Haziran'dan sonra bu ülkede ne değişti? Ya Kasım'dan sonra ne değişecek?

Erdoğan'ın koltuğunu kaybetmesi artık AKP Türkiyesi'nin geleceği hakkında hiçbir şey anlatmıyor. Piyasanın ve gericiliğin tahakkümü altında inim inim inleyen, haramilerin ve hırsızların elinde oyuncak olmuş, emperyalizmin savaş planlarında bir kuklaya dönüşmüş, şiddetin ve ölümün kol gezdiği bu ülkede değişim Erdoğan'ın indirilmesiyle değil diktatör başta olmak üzere bu tablonun tüm sorumlularından hesap sorulmasıyla başlayabilir.

Bu değişimin fitilini kim ateşleyemez sorusunun yanıtını arayanlar Haziran seçimi sonrasında HDP ve CHP'nin sergilediği performansa, koalisyon görüşmelerine ve yaratılan havaya bakabilir. Yanıtın devamı ise HDP ve CHP'nin Kasım seçimleri öncesi vaat ettiklerinde gizlidir.

Yalnızca AKP ve MHP değil, HDP ve CHP de AKP'nin kurduğu Türkiye hakkında mutabıktır. Bu dört parti arasına sıkıştırılan bir seçim AKP Türkiyesi'nin onaylanma mekanizmasına dönüşür ve ne yazık ki galibi bellidir.

Karanlığı, caniliği, bağımlılığı, hırsızlığı onaylamak için sandığa mı gidilir diyorsanız, bu defa Haziran seçimlerinden farklı olarak, dörtlü mekanizmanın dışında bir sol seçeneğe omuz vermeye ne dersiniz?
Özgür Şen
06/10/2015 Salı