21 Ocak 2017 Cumartesi

"Köprüden önce son çıkış”




Türkiye Komünist Hareketi’nin (THK) öncülüğünde kısa bir süre önce oluşturulan "Başkanlığa Hayır Komiteleri", yurt çapında birçok il ve ilçede ev, iş yeri, okul, meydan, semt kıraathanelerini dolaşarak halkı başkanlık sistemine karşı aydınlatıyor ve 'Başkanlığa Hayır Komiteleri’nde örgütlenmeye çağırıyor. 
Komiteler, bu bağlamda bir de Hayır gazetesi çıkarmaya başladı. İlk sayısı bugün yayınlanan gazete meydanlarda, otobüs durakları ve metro çıkışlarında halka ulaştırılıyor.
“YAPILACAK İŞ BASİTTİR…”
"Köprüden önce son çıkış” manşetiyle çıkan gazetede "Büyük bir yol ayrımındayız!" başlıklı bir bildiri yer alıyor. 
Bildiride şu ifadeler yer aldı:
“Ülkemiz başkanlık adıyla tek adam yönetimine doğru götürülüyor. Bunun anlamı açıktır: Yapılmak istenen bir rejim değişikliği ve diktatörlüğe geçiştir. Bu sürecin durdurulması TBMM’de mümkün değildir.
İş başa düşmüştür. Halkımız, ülkemizi diktatörlüğe götüren bu sürece dur demelidir. Diktatörlük girişimine karşı yapılacak iş bellidir: Ancak örgütlü olursak bu girişimi durdurabiliriz. Halkımız yaşamın her alanında meşru örgütlenme hakkını kullanmalıdır.
Diktatörlük girişimine karşı yapılacak iş basittir: Mahallemizde, iş yerimizde, okulumuzda, sokağımızda, apartmanımızda, akrabalarımız arasında, sosyal medyada yani yaşamın bütün alanlarında başkanlığa karşı yan yana gelinmeli, Başkanlığa Hayır Komiteleri kurulmalıdır. Kaybedecek zaman yoktur. Ülkemizin kaderi bugün tek tek bütün yurttaşlarımızın elindedir. Mart sonu ya da Nisan başında planlanan referandum, köprüden önce son çıkıştır."
İkinci sayfasında "Başkanlığa Hayır Komiteleri"nin ne olduğu anlatılan ve halkın komitelerde örgütlenmeye çağırıldığı gazetenin olası bir referanduma kadar belli aralıklarla çıkarılacağı belirtildi.

19 Ocak 2017 Perşembe

BÜYÜK BİR OYUN MU OYNANIYOR?



Türkiye cumhuriyeti anayasası MADDE 6. – “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”
Demek ki neymiş?
“Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamazmış
Peki, şu anda TBMM’de görüşülen yasa tasarısı nedir? . Egemenliğin bir kişiye devredilmesi.
Yani şu anda TBMM anayasayı ihlal suçu işliyor.
TBMM’NİN böyle bir yetkisi var mı? Anayasa bu konuda ne diyor?
Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz”
Demek ki TBMM “Kaynağını anayasadan almayan” bir yetki kullanıyor. Bu nedenle bu meclisten çıkacak yasa (Başkanlık sistemi) Anayasanın ilga edilmesidir. Türkiye’nin anayasasızlaştırılmasıdır. Hukukun tüm kurallarının "cebir" kullanılarak ihlal edilmesidir. Bu nedenle “başkanlık yasası” gayrimeşrudur.
Peki, tüm bunları CHP Genel başkanı bilmiyor mu? Biliyor, hem de bizden çok daha iyi biliyor.
Öyleyse bu gün (19.01.2017)  yaptığı açıklamayı nasıl anlamamız gerekiyor?
SORU:
İkinci tur oylamada farklı bir sonuç bekliyor musunuz?”
Kemal Kılıçdaroğlu:
 “Genel Kurul’un kararına saygı göstereceğiz”.
BÜYÜK BİR OYUN MU OYNANIYOR? Diye sormayalım mı?
Mahmut ÖZYÜREK

15 Ocak 2017 Pazar

Referandum da açık oylama ile yapılacak!


TBMM'de başkanlık sistemine geçişi öngören anayasa değişikliği oylamaları anayasadaki açık hüküm gereği gizli yapılması gerekirken AKP tarafından açık oylamaya çevrildi.

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki açık oy kullanan milletvekilleri bu davranışlarıyla iradelerini ortaya koymuş olmuyorlar, iradelerinin ipotek altında olduğunu ilan ediyorlar.

AKP grubunun rehin alınmış olduğu görülüyor. Bylock kullanan milletvekilleri üzerine ortaya saçılan dedikoduların ne kadar doğru olduğunu, kaç milletvekilinin bu durumda olduğunu bilemiyoruz.

 Ancak AKP'lilerin korkmaları için Bylock kullanmış olmaları gerekmiyor. 17-25 Aralık sürecine kadar geçen yıllar boyunca Fethullah Gülen cemaati ile içli dışlı olmamış, bu cemaatle "FETÖ üyesi" olmakla suçlanacak derecede irtibat ve iltisak içinde olmamış AKP'li milletvekili bulmak kolay olmasa gerek.

Sırf cemaatin sendikasına üye oldukları, cemaatin dershanesine gittikleri ya da Bank Asya'da hesapları olduğu için açığa alınıp ihraç edilen on binlerce kişi varken, haliyle AKP grubunda olup da "beni kimse FETÖ üyesi olmakla suçlayamaz" diyebilecek bir cengâver de yok. Dolayısıyla AKP milletvekili için anayasa değişikliğine ilişkin kanaati ne olursa olsun kabine girip gizli oy vermek bile büyük bir risk haline geliyor. Bir kişi bile kabin dışında oyunu kullanınca, evet oyu verdiğini belli edince, diğerleri de onun gibi hareket etmek zorunda...



AKP'liler isteyenin açık oy kullanmasında herhangi bir sakınca yoktur diyor. Hukukçuların üzerinde ittifak ettiği görüş ise gizli oylamanın feragat edilebilecek şahsi bir hak olmadığı yönünde. Bu görüş haklıdır. Üstelik gizli oy kullanmak kişisel bir hak olarak değerlendirilse bile durum değişmez. Zira tek bir kişinin bile açık oy kullanması diğerleri için "sen neden gizli kullanıyorsun" sorusunu gündeme getireceğinden ve baskı oluşturacağından oy veren diğer kişilerin hakkının ihlali anlamına geliyor. Tüm bu sebeplerden fiilen açık oylamaya dönüştürülen anayasa değişikliği oylamalarının geçersiz kabul edilmesi gerekiyor.



Ancak mesele sadece anayasa değişikliği oylaması ile sınırlı değil. Dahası bu tartışma özünde bir hukuk tartışması da değil. Anayasa değişikliği oylamaları Erdoğan ve AKP tarafından inşa edilmekte olan istibdat rejiminin ayak sesleridir. Eğer bu şekilde devam eder ve anayasa değişikliği bir şekilde referanduma götürülürse Türkiye bir daha burjuva demokrasisi sınırları dâhilinde bile hür bir seçim yapamaz. Evet, böyle giderse olası anayasa referandumu da açık oylama ile gerçekleştirilir! Daha sonra yapılacak genel, yerel, cumhurbaşkanlığı vb. tüm seçimler de açık oylama ile yapılır. Hatta daha ileri gidebiliriz ve diyebiliriz ki açık olması gereken oy sayımı da gizli hale gelir. Gizli oy açık tasnif ilkesi, açık oy gizli tasnife dönüşür.



Nasıl mı? AKP'li milletvekillerinin açık oy kullanarak yaptığı davranışın referandumda AKP seçmenleri tarafından gerçekleştirildiğini düşünelim. Normalde bırakın oyunu açık kullanmayı, oy kabinine cep telefonuyla girmek bile yasak. Sebebi de gayet açık. Seçmen iradesi üzerinde herhangi bir baskı oluşmasını engellemek. Sırf gizli oylamaya ilişkin yerleşik hale gelmiş bu uygulamaya bakmak bile meclisteki oylamanın baskı altında yapıldığını ve geçersiz olduğunu görmeye yeterdi. Ne var ki referanduma OHAL koşullarında gideceğiz.

AKP'lilerin mecliste yaşananlardan güç alarak "açık evet oyu kullanma" girişimine belki Şişli'de, Bakırköy'de, Kadıköy'de direnirsiniz ve bunu engelleyebilirsiniz. Peki ya AKP'nin yüksek oy aldığı geri kalan yerler? Ayrıca seçmenlerin bir referanduma gidildiğinde oy verip evine dönmek dışında ek olarak direniş yapmak gibi bir yükümlülüğü olabilir mi? AKP'nin baskın olduğu bir seçim bölgesini düşünün. Evet’ çiler sandığa gelip açık oy kullanıyorlar. Kabine girmeyi tercih edenlerin ise "hayır" verdiğine dair kaçınılmaz bir izlenim oluşuyor. Ve bu izlenim, Kanun Hükmünde Kararnamelerle sorgusuz sualsiz insanların ihraç edildiği, kitlesel açığa almaların gerçekleştiği bir OHAL ortamında oluşuyor! “Hayır” oyu vermek 12 Eylül'den beri hiç bu kadar zor olmamıştır herhalde! İşte size açık oy!

Aynı şeyi sayımda da göreceğiz. Oy sayımlarının şeffaf ve açık gerçekleşmesi kuraldır. Peki ya hayır oyuna sahip çıkmak isteyen insanlar gördükleri usulsüzlükleri gündeme getirdiklerinde, provokasyon yapmakla hatta terörist, PKK'lı, FETÖ'cü vb. diye suçlanıp baskıya uğrar, darp edilir hatta gözaltına alınırsa ne olacak? Öyle şey olmaz diyebilen var mı? Buyurun size gizli tasnif!



Bugün Türkiye, bir anayasa değişikliği oylamasına değil bir istibdat rejimi inşasına tanık oluyor. Burjuva demokrasisinin şekil şartları anlamında hür seçimler tarih olmak üzere. Bundan sonrası Erdoğan'ın çok eleştirdiği baba oğul Esad'ların yüzde 80'lerle, 90'larla kazandığı seçimler kabilinden olacak. Meclisteki burjuva muhalefeti bu gidişatı durduracak bir dirayet, kararlılık ve bilinç içinde değil.

 İhanet, diktatörlük gibi sözler havada uçuşuyorsa ortada meclis kulisinde çay içerek halledilmesi mümkün olmayan bir sorun var demektir.

Ülke son sürat istibdat rejimine doğru giderken, kuliste Binali Yıldırım'la çay içip espri yapan CHP'lilerin hiç de komik olmadıklarını söylemeliyiz. Türkiye'nin emekçi halkı daha önce hangi partiye oy vermiş olursa olsun, bu istibdat rejimi inşasına dur demelidir. Bunun için de burjuva parlamentarizminin sefaletine değil kendi gücüne güvenmeye başlaması gerektiği tüm açıklığı ile ortadadır.

"Etki Ajanlığı", Sendikacılık ve Eğitim Bir Sen




Nedir “Etki Ajanlığı” ya da “Nüfuz Casusluğu"? Emperyalist yayılmacı güçlerin egemenlik kurmayı hedeflediği ülkelerde devşirdikleri kişileri kendi çıkarları yönünde eğiterek, devlette, özel sektörde, sendika, dernek, oda, birlik, vb. örgütlenmelerde   kilit yerlere yerleştirdiği ve öz görevi Emperyalist yayılmacı güçlerin çıkarları doğrultusunda çalışmak olan kişilerdir.
Emperyalist yayılmacı güçlerin Türkiye’yi sömürgeleştirmek için önce beyinleri sömürgeleştirmesi, ulusal bilinçten, ulusal kimlikten yoksun beyinleri yetiştirmesi gerekir.  Bu amaca ulaşmanın yolu ise eğitimin en önemli ve vazgeçilmez unsuru olan öğretmenleri, öğretmen örgütlerini etki ve denetim altına almaktır. Devşirilen, Öğretmen örgütlenmesi istihbarat ve ajitasyon bakımından çok geniş bir kitleye kolaylıkla ulaşabiliyor.   
Bu etki ajanı örgütlenmeler Güçlerini; destek aldıkları ülkelerle birlikte, işbirlikçi iktidarlardan ve ülke içinde işgal ettikleri konumlarından alıyorlar.
Etki ajanları ile ilgili olarak 1975 yılında Richard PODOL AID (Uluslararası Kalkındırma Örgütü) uzmanı, Amirlerine yolladığı Türkiye raporunda bakın neler diyor:
“Yirmi yıldan fazla bir zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir Bakanlık ya da bir İktisadi Kamu Kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları örgütte ‘ilerici güç’ niteliğini taşımaktadır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AID (Uluslararası Kalkındırma Örgütü) bütün gayretleri bu gruba yöneltilmelidir.
Bu rapordan da anlaşılıyor’ ki Türkiye’nin hemen tüm kurumları “Etki Ajanları” aracılığı ile denetim ve kontrol altına alınmış durumda. Bunlardan birisi de Eğitimciler Birliği Sendikası (Eğitim-Bir- Sen)
Bu sendika 1992 yılında kurulmuş. 2002 yılına kadar yani 10 yıl içinde yalnızca 18.000 üye kayıt edebiliyor. Ancak AKP iktidarı ile birlikte sendikanın üye sayısı birden artmaya başlıyor. Eğitim-Bir-Sen 2015’te 340 bin 365’, 2016’da 402 bin 171 üye sayısına ulaşan sendika, üyelerinin ekonomik, demokratik, sosyal haklarını savunacak yerde, AKP iktidarının eğitimciler içindeki ajansı ve sözcülüğünü üstlenmiş durumda. İktidar sendikanın bu “fedakarlığını!” karşılıksız bırakmıyor. MEB ve hükümete yaptığı her öneri “kabul görüyor” ve uygulamaya sokuluyor.
Birkaç gün önce Millî Eğitim Bakanlığı tüm eğitim kademelerinde” yaz Boz’a çevirdikleri müfredatın bir kez daha yenilenmesi çalışmalarında sona gelindiğini duyurmasının ardından, hükümete yakınlığı ile bilinen Eğitimciler Birliği Sendikası (Eğitim-Bir- Sen) kendi müfredat önerilerini açıkladı.
50 akademisyen ve 400 öğretmen tarafından hazırlandığı belirtilen raporda, ortaokul ve lise müfredatlarından inkılap tarihi ve Atatürkçülük dersinin çıkarılması, din dersinin İslami ağırlıklı olmak üzere birinci sınıftan itibaren verilmesi önerileri yer aldı.
Sendika Raporunda;
· Kemalist Cumhuriyetin eğitimini “tek tipçi ve farklılıklara izin vermeyen”’ olarak nitelendiriyor,
·  “Cumhuriyet elitleri, dini bağların güçlü olduğu ümmetçi bir toplumdan seküler bir Türk ulusu inşa etmeyi kendilerine hedef olarak” seçtiklerini,
· “Bunu gerçekleştirmek için anayasadan “din” ifadesinin “din dersleri, Arapça ve Farsça derslerinin müfredattan çıkartıldığını,
·  “Geçmişle bağı koparmak için alfabenin değiştirildiğini,  
· Aklı ve bilimi kutsayan ve dini aşağılayan pozitivist anlayışı ile insan yetiştirme amaçlı bir eğitim sistemi hedeflendiği” ileri sürülen raporda Kemalist Cumhuriyet’in eğitim alanında yaptığı devrimler hedef alınmıştır.
Eğitim Bir Sen’in önerileri ise şöyle özetlenebilir.  
“-15 Temmuz eğitim programlarında yer almalıdır.
-Talim Terbiye Kurulu yeniden yapılandırılmalı.
 -İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi ortaokul ve lise müfredatından çıkarılmalı.
-Din ve ahlak eğitimi birinci sınıftan itibaren verilmeli.
-Öğrencilerin Kuran’ı Türkçe seslerle seslendiremedikleri için Kuran okuma öğretim programı yapılandırılmalı”

Eğitim Bir Sen’in aklı, bilimi dışlayan, Kemalist devrimleri, laik demokratik cumhuriyeti ve Kemalizm’i ret ve inkâr eden önerileri yayılmacı ABD emperyalizminin akıllı ve kurnaz mimarlarından biri olan Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington’un 1996 da yazdığı “Medeniyetler Çatışması” kitabında ileri sürdüğü görüşlerle bire bir örtüşmektedir.
 Huntington’a göre Atatürk, Osmanlı düzenini ve geleneğini yıkarak, Batı normlarında günümüz Türkiye’sini, yani ‘kimliği bölünmüş bir ülke’ yaratmış, aynı zamanda İslam dünyasını da parçalamıştı. "fazla" laik olan Türkiye Müslüman dünyada lider ülke olabilmek için laiklikten taviz vermek zorundadır. Huntington bu yüzden Atatürk’e çok kızıyordu. Onun tümüyle reddedilmesini ve Türkiye’nin kendi Osmanlı-İslam mirasına dönmesini istiyordu.
“Medeniyetler Çatışması” kitabında Huntington aynen şöyle diyor. “Türkiye bir noktada Batıdan üyelik dilenmek gibi hayal kırıklığına uğratıcı ve aşağılayıcı rolü bırakıp, İslam'ın sözcülüğü gibi çok daha etkileyici ve seviyeli olan tarihi rolüne devam etmeyi düşünebilir. Fakat bunu yapabilmek için Türkiye'nin Atatürk'ün mirasını, Rusya'nın Lenin'inkini reddettiğinden dahi daha kapsamlı bir şekilde reddetmesi gerekir.” "Fazla" laik olan Türkiye Müslüman dünyada lider ülke olabilmek için laiklikten taviz vermek zorundadır”.
Huntington bu tezleri 1996 sonrası her fırsatta dile getirdi. 1996 ve 2005’te iki kez Türkiye’ye gelerek konferans verdi. 2005’te ölümünden üç sene önce geldiği İstanbul’da AKP’ye İslam dünyası liderliğine oynamayı yine şiddetle tavsiye etti. Yönlendirmeye çalıştı.
Huntington’dan yaklaşık 12 yıl sonra 2008 yılında emperyalizminin akıllı ve kurnaz mimarlarından bir diğeri olan Graham Fuller adlı CIA Türkiye masası eski şefi "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" ismiyle bir kitap yazdı. İlginçtir ki kitap Huntington’un yazdıklarının devamı ve tamamlayıcısı olarak görülebilir. CIA’nın bir dönem başkan yardımcılığını yürüten, Türkiye’de 1980 sonrası CIA İstasyon Şefi olarak görev yapan Graham Fuller aynı zamanda AKP’nin “Yeni Türkiye” sinin isim babasıdır.
İşte bu Fuller’ in iddiasına göre, Türkiye’nin sorunu Atatürkçülük’ ten kaynaklanıyordu.  Bu nedenle “Türkler Kemalizm’i terk edip ılımlı İslam’ı benimsemelidir. Ilımlı İslam, Kemalizm’i silmeye yönelik bir karşı devrimdir. Bu devrimin karşısındaki tek güç, Türk Ordusu ile ulusalcı aydınlardır ve tasfiye edilmeleri gerekir.”
Peki Eğitim Bir-Sen ne diyor? “İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi ortaokul ve lise müfredatından çıkarılmalı.”, “-Din ve ahlak eğitimi birinci sınıftan itibaren verilmeli”, “Öğrencilerin Kuran’ı Türkçe seslerle seslendiremedikleri için Kuran okuma öğretim programı yapılandırılmalı”
Emperyalizminin akıllı ve kurnaz mimarları tarafından Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi, vesayet altına alınması için ileri sürdükleri görüşleri bire bir dile getiren Eğitim Bir – Sen "Etki Ajanlığı" yapmış olmuyor mu?
Yalnız bu kadar da değil.  Eğitim Bir–Sen’le Atatürk ve Kemalizm düşmanlığında aynı amaca koşan AB’nin akıllı ve kurnaz mimarlarından söz etmedik daha.
Harvard Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörlerinden Albert B. Hart, öğretim üyeleri arasında topladığı 107 imzalı bir metni, senatörlere ve hükümet yetkililerine göndermişti. Bu metinde şunlar yazılıdır: “Türklerin Avrupa ve uygar uluslar çerçevesinde yeri yoktur. Kemalist rejim mutlaka çökecek ve milliyetçi Türk Hükümeti’nin amaçları asla gerçekleşmeyecektir”
Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye Danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, 15 Eylül 1998 günü Lingen Akademisi’nde verdiği konferansta şunları söyledi:
“Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını Türkiye’de yaşayan Türk–Kürt, Müslüman–laik, Alevi–devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bugüne dek neden yok etmediler bilinmez.”
“CIA İstasyon Şefi” Paul Henze, 1993 yılında bir rapor hazırlıyor: “21. Yüzyıla Doğru Türkiye”. Ve şu “Sav’ları savunuyor: “Atatürk ilkeleri soğuk savaş döneminde görevini yapmıştır; ama “yenidünya düzeni” ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. “Klasik Atatürkçülük” ölmüştür. Aydınların imam-hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir.
Atatürk’e “deccal” diyen Said-i Nursi ve Nurcular ilericidir. Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler…”
İngiliz derin devletinden Andrew Duff, Eylül 2005’te şöyle demiş: “Türkiye Avrupa’nın gerçek partneri olabilmek için klasik milliyetçi Kemalizm’le mücadele etmelidir. Devletin gücü azaltılmalıdır. Kemalizm reforme edilmeli ve bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarının duvarlarından indirilmelidir. Türkiye artık Kemalizm’de değişme gereğiyle yüzleşmeli. Sadece yasalar, anayasa değil, Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli. Türkiye’nin, merkeziyetçi yönetim yapısından âdem-i merkeziyetçi (yani federatif yapı) yapıya geçmeye ihtiyacı var. Diyarbakır’da bölgesel otonomiye varacak şekilde merkeziyetçi yapının değişmesi iyi olur. Bunu sadece Güneydoğu için değil diğer bölgeler için de öneriyorum.”
Emperyalizmin sözcülerinden Reiner Albert, Almanya’nın Mannheim kentinde Katolik Teoloji Fakültesi’nde “Dinler Ve Kültürler Arası Diyalog” dersleri verirken şöyle diyor: “Türklerin Almanya’ya uyum sağlayamamalarının en büyük sorumlusu, Türkiye’de aldıkları Kemalist eğitimdir. Farklılıklara karşı son derece hoşgörüsüz bir ideoloji olan Kemalizm insanları ister istemez, Almanya’ya karşı mesafeli, hatta düşman yapıyor”.
Özünde bunlara benzer yüzlerce örnek var.  Eğitim Bir-Sen “milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizmin” akıllı ve kurnaz sözcüleri ile amaç birliği içinde. Ortak düşmanları ise yeryüzünde emperyalizmi ilk kez mağlup eden komutan ve devlet adamı olan Atatürk
Eğitim Bir–Sen; Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı sırasında ulusal varlığımıza düşman olan derneklerin arasında yer alan 19 Şubat 1919’da İstanbul’da kurulan Cemiyeti Müderrisin’ in (Müderrisler Derneği) günümüzdeki devamı olduğunu kanıtlamak istercesine Atatürk’e saldırıyor. Cemiyeti Müderrisin’ in Başkanlığına getirilen Mustafa Sabri aynı zamanda Teali İslam Cemiyeti’nin (İslam’ı Yüceltme Derneği)de başkanıydı. İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti öncüsü Kürt Sait (Nursi) de yönetim kurulunda görev aldı.
Mustafa Sabri tarafından kaleme alınan bildirilerde "Yunan ordusu halifenin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlukat Ankara'dadır." – 1920, "Kuva-i milliyeciler kudurmuş haydutlardır" deniliyordu. Yine Mustafa Sabri tarafından kaleme alınan ve Yunan tayyarelerinden Afyon, Uşak gibi illerde atılan beyannamelerde "Yunan ordusu halifemiz efendimizin dostudur. Her kim Yunan ordusuna bir tek kurşun dahi sıksa bu halifemiz, efendimiz padişahımıza sıkılmış bir kurşundur."
Daha sonra Şeyhülislam olan Mustafa Sabri’nin başkanlığındaki Anadolu Cemiyeti adlı örgütün yayınladığı bildiri: “Amaç Ankara hükümetine karşı, Yunanistan’ın yardımıyla, Sultanın ve Yunanistan’ın himayesi altında bir Batı Anadolu Devleti’nin kurulmasıdır. Kemalist kuvvetler bastırılacak, bütün Anadolu Mustafa Kemal’in elinden kurtarılacak… Bunun için kurulacak gönüllü Anadolu Ordusunun talim ve silahlandırılmasından Yunan Başkomutanı sorumlu olacak, bir miktar Yunan subayının bu orduya katılması sağlanacak… Yunanistan masraflarını karşılamak üzere cemiyete yüz bin Türk Lirası verecek… (9.12.1921)
  Bunun anlamı Mustafa Sabri ve yandaşları “din elden gidiyor!” safsatası ile halkı Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliyeye karşı kışkırtacak, buna karşılık Yunanistan masraflarını karşılamak üzere cemiyete yüz bin Türk Lirası verecek. Bu kelimenin tam anlamıyla mandacılıktır!  1919 Ağustosunun sonlarında Amerikan mandasını savunanları çok sert şekilde yeren Mustafa Kemal şöyle demektedir:
“Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.
“Oh, ne ala!.. Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız!.. Bu ne gaflet ne körlük ve hatta ne budalalık! İstanbul’un yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri çıkıp da ‘Ya istiklal ya ölüm’ diyemiyor.”
Eğitim Bir-sen, Atatürk’ün “Bu ne gaflet ne körlük ve hatta ne budalalık” diyerek sert bir dille karşı çıktığı bir AB Mandacısıdır.
Çünkü Eğitim Bir-Sen’in hemen her şubesi Avrupa Birliği (AB) fonlarından “uyduruk projeler” karşılığı milyonlarca avro hibe (karşılıksız para) almıştır/almaktadır. AB’den karşılıksız para alan örgüt yöneticileri, AB Mandacısıdır.
Yalnızca birkaç örnek verelim;
Elazığ Eğitim Bir Sen 1 No’lu Şube Başkanlığı “Bilgisayarlı Araç Muayenesi” ve “Akrediteli Kaynakçı Yetiştirme” Projeleri kapsamında AB’den 270 Bin Avro,
Eğitim-Bir-Sen Kastamonu Şubesi “kızlar için Elele” projesi kapsamında 235,000 Avro,
Eğitim-Bir-Sen Kütahya 1 No’lu Şube “Eğitimde Bilişim Teknolojilerinin Kullanımı ve Sendikaların Eğitime Katkısının İncelenmesi” projesi kapsamında 58 bin 245 Avro
Peki, AB Projesi, temelleri 50 yıl önce atılmış emperyalist bir projedir. AB Niçin Türkiye’de Hibe Dağıtıyor? Kim kime karşılıksız para verir?
AB ile Türkiye’nin müzakerelere resmen başlama tarihi, 03 Ekim 2005’dir. Oysa AB, Türkiye’de sivil toplum örgütlerine 1995 yılında karşılıksız para dağıtmaya başlamıştır, neden?
“Türkiye’nin AB’ye alınmayacağı”, kapı önünde “kuma” gibi bekletileceği AB’nin kurnaz mimarlarının değişik zamanlarda yaptıkları açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Peki, Türkiye AB’ye üye yapılmazsa, o güne kadar Türkiye’de çeşitli örgütlere dağıtılmış olan paralar yandı gitti kül oldu mu, olacaktır? AB, sonunda kaybedeceği bir oyuna milyarlarca Avro harcar mı?
AB’nin çeşitli kanallardan bazı kişilere, bazı örgütlenmelere “istihbarat ve yönlendirme çabası için” karşılıksız “fon” aktarmaktadır.
AB’nin kurnaz ve deneyimli mimarları, stratejilerini buna göre uyarlamışlardır: Türkiye’yi ve Türkleri tam teslim alabilmek için, Türk vatanseverlerinin Ulus devletlerini savunma bilinci ve kararlığını yok etmek, teslimiyete karşı direnme gücünü yıkmak ön koşuldur!
Bu amaçla emperyalist güçler, çeşitli kanallardan bazı kişilere, bazı örgütlenmelere ve bazı kitle iletişim araçlarına aktardıkları kaynaklar aracılığıyla, istihbarat toplamakta ve toplumu yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
 Bu örgütler Avrupa Birliği entegrasyonu adı altında ülkenin bağımlılaştırılma ve çökertilme serüvenine ortak-öncü oluyorlar. AB’den ‘proje bazında’ karşılıksız para alan Sivil Toplum Örgütleri, AB’nin Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi, çökertilmesi, çok dilli, çok kültürlü eyaletlere bölme hedeflerine ulaşmak için verdikleri ve vermeyi sürdürecekleri savaşımda, AB’ye karşı çıkabilirler mi? AB’ye karşı, Türkiye’nin çıkarlarını savunabilirler mi? Bir Atasözümüz “Gavurun Ekmeğini Yiyen, Gavurun Kılıcını Sallar!” der. Bu nedenle AB’den karşılıksız paralar alan örgütler, Anadolu’nun bağrına sürülmüş birer TRUVA ATI’dır! AB’den karşılıksız para alan örgütler, Türk Ulusunun içine sürülmüş BEŞİNCİ KOL- Etki Ajanlığı yapmaktadırlar. Eğitim Bir-Sen bunlardan yalnızca biridir.  Cumhuriyet, Atatürk, Kemalizm düşmanlığının kaynağı, kökeni bu konumunun sonucudur.07.01.2017
Mahmut ÖZYÜREK