19 Mart 2013 Salı

BDP'lilerin kervanına YCHP'li Atilla Kart da katıldı- lale gurman

Değerli dostlar,
BDP'lilerin kervanına YCHP'li Atilla Kart da katılmış! (Altta)
Kim midir kendisi?
Bu ülkede doğmuş, büyümüş, ülkenin olanaklarından dibine kadar yararlanmış, Kürt olduğu aklına şimdi gelmiş, ya da kulağına birileri bir şeyler üfürmüş ve Kürt kökenini öne çıkarmaya davranmış, "Ne mutlu eşitim diyene" deyivermiş?!
Kendisine dense ki, "Sen Kürk kökenliydin de bir şeylerden geri mi kaldın? Bak, bu millet yemiyor, sana yediriyor, içmiyor, sana içiriyor? Neyin eksik? Ne üretiyorsun ki "DAHA DAHA!" diye iştahla saldırıyorsun? Aldıklarını hak ediyor musun ki gözün daha yukarılarda?", bu tipler cin olmadan çarpmaya meraklılar ya, masallara başlarlar, "Ben şanslıydım. Sıyrıldım. Ama binlerce Kürt kökenli....".
Açtırdığına pişman etmeye kalkarlar böyleleri. Ama artık TAKKE DÜŞTÜ, KEL GÖRÜNDÜ: Hiç birimizin bu tiplerin ağızlarını açtırdığına pişman olmaya niyetimiz yok! 
Kürt kökenliler aklına gelir senin de Laz, Boşnak, Çerkez kökenliler aklına gelmez. ("Türk aklına gelmez" demiyorum çünkü sen ve senin gibiler istediğiniz kadar anlamazlıktan gelin, hatta anlamayın, doğruları çevirip yanlışı kabul ettiremezsiniz: TÜRK BİR ÜST KİMLİKTİR. KÜRT'Ü, LAZ'I, BOŞNAK'I, ÇERKEZ'İ, VB. ALT KİMLİKTİR!)

Neden mi bu tiplerin aklına gelmez diğer kökenliler?
Çünkü böyleleri Meclis'te yemin ederken her halde tek ayaklarını çaktırmadan kaldırdıklarından her yolun kendileri için "mübah" olduğunu zannederler ve o anki moda neyse, takılırlar peşine, kaptırırlar kendilerini...Şu zamanlarda moda, Kürt kökenli olmakta zannediyorlar...Sonuçta ait olduklarını iddia ettikleri kökendaşlarına da zararları dokunur.
Örneğin, Atilla Kart'ın hiç umurunda bile değildir Konya'da insanlar eşit midir, değil midir, kadın/erkek aynı otobüste gidememektedir, ama aklını takmıştır bazı sloganlara, "Ne mutlu eşitim diyene"?! Özlü(!) söz zannederek...
(Tabii aynı kafada olanlarla eşit olduğu yadsınamaz!)
Neden seçim bölgendeki halkın kadın-erkek ayrımını dert etmiyorsun sen? Yakın gelecekteki getirisi daha az diye! Bilmeyen mi kaldı!
Bu gizli kalmış kişilikler, konuştukça batmaktalar...
Bırakın, bu da konuşsun...
 
Dostlukla,
Lâle Gürman









 Y-CHP'yi hâlâ "ATATÜRK'ün partisi" zannedenlere ithaf olunur!

Y-CHP'li Atilla KART: "Ne mutlu eşitim diyene!

"Cumhuriyet tarihi boyunca ağırlıklı olarak ‘Türk’ kimliği, resmi ve tartışılmaz kimlik olarak topluma yansıtılmıştır.
Alt kimliklerinden vazgeçen, kendilerine sunulan bu kimlikten rahatsız olmayanlar açısından herhangi bir sorun doğmamıştır. Ancak bu asimilasyonu kabul etmeyen, kendi kimliğini ifade etmek isteyen gruplar açısından ciddi sorunlar doğmuştur. Sorunları görmeyen ülkemiz ise bu süreci yönetememiş, çoğulcu bir demokrasiyi inşa edememiştir. Bugün yaşadığımız sorunların esas kaynağı budur."

Mustafa Kemâl ATATÜRK: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir!

http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?

Isparta Valiliği; Tarihe, Altın Harflerle Yazılan “18 Mart Çanakkale Zaferini” Yok Saydı. Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Isparta Şb. Başkanı Ateş Puskürdü



                                                            
 Isparta Valiliği; Tarihe, altın harflerle yazılan “18 Mart Çanakkale Zaferini”  yok saydı. Isparta Valiliği’nin Çanakkale Zaferi’nin 98’inci yıldönümü nedeniyle tüm Kamu kurum ve Kuruluşlarına yayımladığı program davetiyesi “18 MART 2013 ŞEHİTLER GÜNÜ ANMA PROGRAMI” başlığını taşıyor.
Bu  “sehven” yâda “yazım” hatası değil, bilinçli, amaçlı bir “yok saymanın” resmi belge ile doğrulanmasıdır.
Çanakkale savaşlarında ulusal onurlarını her şeyin üstünde tutan, Çanakkale Geçilmez! Şiarını altın harflerle tarihe yazan şehitlerimiz elbette anılmalıdırlar. Ancak büyük bir kahramanlığın, yurtseverliğin, kanla yazılmış bir vatan savunmasının destanı olan “Çanakkale Zaferini” ve Çanakkale’de Türkiye Cumhuriyeti’nin önsözünü yazan Mustafa Kemal Atatürk’ü yok saymak ihanetin açık anlatımıdır.
Türk ulusunun, o günün en ileri teknoloji ürünü silahlarıyla, gemileriyle donanmış Batılı Emperyalistlere karşı ölümüne mücadele ederek, ülkesini, onurunu, namusunu emperyalistlere teslim etmeme inancıyla can ve kan vererek kazandıkları,  Türk milletinin emperyalizm karşısında dirilişinin adı olan Çanakkale’yi ve o dirilişi yaratan Mustafa Kemal’i kim, niçin yok saymak ister? Kim, niçin düşmandır?
Çanakkale savaşları;  yenilmez sanılan emperyalist haydutların, işgalcilerin;  ulusal onurlarını her şeyin üstünde tutan; Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Lazıyla, Çerkeziyle, Alevisiyle, Sünnisiyle; yiğit, inanmış, mazlum halkların ve askeri dehasıyla, savaşın kaderini belirleyen Mustafa Kemal’in karşısında aldıkları ilk yenilginin adıdır.  Bu nedenle Emperyalistler ve onların içimizdeki devşirilmiş işbirlikçileri Çanakkale’yi zafer, Mustafa Kemal’in o zaferin komutanı olmasını bir türlü içlerine sindiremezler!
Ortaçağ artığı, AB vizyonuyla! Nurlanan tekke ve tarikat şeyhleri; Hilafeti ve Saltanatı, dolayısıyla da Şeriat düzenini kaldıran, medreseleri, tekkeleri kapatan, tarikatları yasaklayan ve Laikliğe dayanan bir Cumhuriyete giden yolu açtığı için düşmandırlar Çanakkale Zaferine ve Mustafa Kemal’e!
Ortaçağ karanlığını yırtıp toplumu aydınlığa kavuşturan, Şeriat Düzenini hâkim kılmak isteyen yobazları, karanlık inlerine tıkmanın tohumlarını attığı için düşmandırlar Çanakkale Zaferine ve Mustafa Kemal’e!
Çanakkale destanını ve o destanı yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ü yok saymak kimsenin haddi ve hakkı değildir.  
Çünkü Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, bir ulusun tutsak yaşamaktansa yok olmasının daha iyi olacağına inanmışlardı. Onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamak isteyen, emperyalistlerin boyunduruğuna girmek istemeyen Türk ulusunun “Ya İstiklal Ya Ölüm!” parolasının işaret fişeğiydi Çanakkale Zaferi.
 Onlar, yani, Mustafa Kemaller;  düşmanın çokluğuna aldırmadan, Vahdettin’lerin, Damat Ferit’lerin, Sait Molla’ların, Said Nursi’lerin, Ali Kemal’lerin, haklarında verdikleri ölüm fermanlarını yırtıp atarak vatan savunmasında en ön safta savaştılar.  Bizler, yani “Mustafa Kemalin Askerleri”, Vahdettin’lerin, Damat Ferit’lerin, Sait Molla’ların, Said Nursi’lerin torunlarının, Çanakkale’yi ve Mustafa Kemal i yok sayan “fermanlarını” suratlarına çarpmakta bir an bile tereddüt etmeyeceğiz. Dışarıdaki işgalcilere, içimizdeki ihanet odaklarına bir kez daha hatırlatırız ki; emperyalist işgale, Mustafa Kemal Atatürk’ü bu topraklardan silmek isteyen işbirlikçi, ortaçağ artığı ihanet odaklarına asla boyun eğmeyeceğiz.
Çanakkale Şehitlerine sözümüz olsun! Sizlerden aldığımız güçle, “cansız bir vatan, kansız bir millet” yaratmak isteyen emperyalist işgalcilere ve yerli satılmışların suratlarına, atacağımız tokatla, size ve Mustafa Kemal Atatürk’e olan burcumuzu ödeyeceğiz!   And içiyoruz, bunu başaracağız!
TEMAD ISPARTA ŞB.BŞK.
O.MÜMTAZ ÇAPÇI

18 Mart 2013 Pazartesi

ABD Emperyalistleri, işbirlikçisi Tayyipgiller, beş yıldır kan kusturdukları Türk Ordusu’na şimdi Hitler-Nazi yöntemi kullanarak sahip çıkar görünüyor



ABD Emperyalistleri, işbirlikçisi Tayyipgiller, beş yıldır kan kusturdukları Türk Ordusu’na şimdi Hitler-Nazi yöntemi kullanarak sahip çıkar görünüyor
Hitler’in bir yöntemi ya da alışkanlığı vardı: Kendisine kulca bağlı olmadığını hissettiği komutanlarına alçakça tuzaklar kurarak onları katlettirirdi. Savaşta üstün başarılar gösteren, kitlelerin hayranlığını kazanan komutanlarına da aynı şeyi yapardı. O komutanların çok öne çıkmaları, halk tarafından hayranlıkla benimsenmeleri Hitler’i telaşlandırırdı. Kendisinin geri plana düşeceği endişesine yol açardı. Bu nedenle onları da öldürtürdü. Bu bazen cephede kim vurduya götürülme şeklinde olur, bazen de Eşref Bitlis suikastında olduğu gibi, uçağı düşürülerek yapılırdı.
Sonra da başta Hitler gelmek üzere Nazi yönetimi, bu kurbanlara büyük kahramanlık payeleri verir, bunlara görkemli cenaze törenleri düzenlerdi. Yani onları hem öldürür, hem de ölülerini namussuzca, şerefsizce, alçakça sömürürdü.
Öyle ya; ölü bir kahramandan Hitler’e hiçbir zarar gelmezdi artık. Tersine, o kahramanın Hitler’in komutanlarından biri olması, Hitler’in emrinde savaşırken hayatını kaybetmiş olması Hitler’e büyük siyasi rant sağlardı.
Aynı yöntemi bugün Hitler’in yolundan giden AB-D Emperyalistleri de uygulamaktadır. Bunların da katliamları, yalan ve demagojileri, alçaklıkları, acımasızlıkları, insanlıktan tümüyle çıkmış olmaları; işgalci, yağmacı ve katliamcı olmaları, bütün bu yaptıkları namussuzlukları da “İnsan Hakları, Demokrasi, Özgürlük” gibi saygın kavramların ardına gizlenerek yapmış olmaları birebir Hitler-Nazi taktiğidir.
“Ergenekon Davası” adlı saldırının bir CIA Operasyonu olduğunu biz en başında, hemen gördük, teorimizin aydınlatması, olayın üzerine ışık düşürmesi sayesinde. Ve saldırıya ilişkin ilk bildirimizde bunu kesin bir anlatımla ortaya koyduk. Bu saldırının projesinin yapımcısı CIA, Pentagon, Washington’dur. Uygulayıcıları ise CIA ile birlikte artık yurtsever basında “The Cemaat” ibaresiyle anılan Pensilvanyalı imamın-İblisin yani Fethullah’ın Cemaatiyle Tayyipgiller İktidarıdır. Yani saldırı üçayak üzerine oturtulmaktadır: CIA, Cemaat, Tayyipgiller. Tabiî burada, yukarıda da belirttiğimiz gibi patron-efendi, emredici durumunda olan ABD’dir. Diğerleri ise yerli işbirlikçi hainlerdir. Bu üç ayaktan birini atladık mı, olayı gerçekte ne ise öylece yani olduğu gibi görememiş oluruz. Eksik görmüş oluruz, yetersiz görmüş oluruz. Hele ABD’yi atladık mı, olayın özünü, yani saldırının hedefini ya da bununla ulaşılmak istenen amacı, hedefi tümüyle gözden kaçırmış oluruz.

Yeni Sevr’in önündeki engeller adım adım kaldırılıyor
Saldırının özneleri bunlar. Peki hedefi, amacı, maksadı yani sebebi ne? Bununla nereye varılmak isteniyor? Ne elde edilmek isteniyor?
Lafı hiç uzatmayalım, dolandırmayalım. Hedef Yeni Sevr’dir. Hep belirttiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri Sevr’den hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Onu Türkiye’nin önüne koymak, uygulamak için hep uygun zamanın gelmesini yani bir fırsat doğmasını beklemişlerdir. O zaman, işte bu zamandır. Özlemini çektikleri fırsat doğmuştur artık. Sosyalist Kamp yıkılmış, ABD’nin 50’li yıllardan beri titizlikle uygulamakta olduğu “Yeşil Kuşak Projesi” (bilindiği gibi bunun da yapımcısı aynı ABD’dir) Türkiye’de en ağulu meyvelerini vermiş, onlar da iyice olgunlaşmıştır artık. Yani, CIA, Muaviye-Yezid İslamı’nı, Amerikan İslamı’nı-CIA İslamı’nı Türkiye’de kara halk yığınlarına büyük ölçüde benimsetmiş, onları içi-özü boşaltılmış, değiştirilmiş zıddına dönüştürülmüş bu sahte İslamla doktrine etmişti; onları zehirleyip ya da narkozlayıp uyutmuştu. Böylece de görebilmekten, düşünebilmekten alıkoymuştu. Bu duruma düşürülünce de kitleler mezbahaya götürülen zavallı koyun sürüleri gibi zalimlerinin, sömürücülerinin, daha açığı cellâtlarının kucağına doğru koşup gidiyordu artık, bunlar bana hem dünyalık hem de ahretlik verecekler bolca, diye.
1990 sonrasında, Sosyalist Kamp’ın çöküşü sonrasında, AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’ye artık pek ihtiyaçları kalmamıştı. Şimdi, Türkiye pekâlâ Sevr Haritasına göre parçalanabilirdi.
İşte bu alçakça amacın ilk adımları 90’lı yılların hemen başında atıldı: 02 Ekim 1992’de Türk Donanması’na ait Muavenet Muhribi, Ege’de yapılan “NATO Kararlılık Tatbikatı” sürecinde Amerikan uçak gemisi Saratoga’dan atılan iki füzeyle vuruldu. Geminin komutanının da içinde olduğu beş denizcimiz bu saldırıda hayatını kaybetti. Saldırı, gece gemilerin ya da tatbikatçıların dinlenmeye çekildikleri bir anda yapıldı. Yani, tatbikat sırasında olmadı. ABD bu saldırının sebebini kaza olarak açıkladı. Oysa,  o füzelerin ateşlenmesi için üç aşamalı bir bariyerin hep olur-uygundur komutu verilerek aşılması ve bu komutları en az iki subayın onaylaması gerekiyordu. Demek istediğimiz, saldırı gece, sarhoş bir ABD askerinin füze komuta sistemleriyle oynaması sırasında, tesadüfen oluşmuş bir durum değildi kesinlikle. Zaten, saldırıdan sağ kurtulan Türk subayları hep olayın kasıtlı ve bilinçli olduğu konusunda tereddütsüz hemfikirdirler. Bu ikiyüzlü-şerefsizce yapılan saldırıdan maksat Türk Donanması’na, dolayısıyla da Türk Ordusu’na bir gözdağı vermekti.
Ardından Irak’ta Türk helikopteri sanılarak bir Birleşmiş Milletler helikopterinin işgalci ABD Ordusu tarafından açılan ateşle düşürülmesi ve içinde bir Türk subayının da bulunduğu personelin öldürülmesi olayı gelir.
Bunun da sonrasında zamanın jandarma genel komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağının düşürülerek öldürülmesi gelir. Bitlis, bölgede konuşlanmış durumda bulunan Çekiç Güç Kuvvetlerinin Türkiye’den ayrılması gerektiğini açıklıyor ve ABD'nin Kuzey Irak’ta oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti’nin Türkiye’nin zararına olduğunu söylüyordu.

Wikileaks belgelerinde ABD’ye göre Türk Ordusu’nun profili
Tüm bu olaylar sonucunda da ABD’nin Türkiye’ye dost olmadığını öğrenmiş olur Türk subaylarının önemli bir bölümü. Böylece de en yurtsever, Mustafa Kemalci bazı komutanların kafasında NATO’dan ayrılınması ve Avrasya’ya yönelinmesi düşüncesi oluşmaya başlar. Yani Amerika’yı ve AB’yi, dolayısıyla da NATO’yu bırakalım, Rusya, İran, Çin, Hindistan ve Türk Cumhuriyetleriyle birlikte oluşturulacak bir yapının içinde yer alalım diye düşünmeye ve bu düşüncelerini de belli toplantılarda açıkça söylemeye başlarlar. İşte bu durum ABD’yi çileden çıkarır. Hemen tedbir alınması istenir. Wikileaks belgelerinde bu açık açık ortaya konur. Bu belgelerden bazı bölümler aktararak gösterelim alçakların neler dediğini, ne tedbirler düşündüğünü:
“Wikileaks belgelerinde Genelkurmay içindeki üç ana hizip şöyle sınıflandırılıyor: Birincisi, Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu, istekli olmasa da kabul eden ‘Atlantikçiler’. İkincisi, ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Irak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dâhil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı ‘Milliyetçiler’. Üçüncüsü de, ‘Avrasya’ konseptinin, Rusya’nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif arayan ve Rusya’yla ya da Rusya ve İran’ı veya Rusya ile Çin’i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen ‘Avrasyacılar’. (B. Pehlivan-B. Terkoğlu, Sızıntı-Wikileaks’te Ünlü Türkler, s. 165-166)
“(…) (Türk Generaller) AKP’den seçilmiş Tayyip Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. Erdoğan güçlü bir müttefikimizdir. Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması açısından engelleyicidir. Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu sahiplenilmelidir.
“Muhalif orgeneraller, Orgeneral Hilmi Özkök’ün çizgisine itiraz etmektedirler… Erdoğan kendisine desteğin devamı halinde ABD’nin bir müttefiki olarak Ortadoğu ve Irak dahil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demiryolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını kullanımımıza açacağını taahhüt etmektedir… Ancak Türk Ordusu’ndaki üst rütbeli subaylar tarafından sürekli engellenmek istenmekteyiz.
“Amerikan çıkarlarına karşı çıkan Org. Aytaç Yalman, Org. Şener Eruygur, Org. Çetin Doğan, Org. Hurşit Tolon, Org. Fevzi Türkeri, Org. Tuncer Kılıç ve Org. Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün emir ve talimatlarına uymadıkları gibi her an muhtıra verebilirler. Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konu Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşılmış olup, gereğinin değerlendirileceği hakkında olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı teyidi alınmıştır.”(age, s. 178)

AB-D yörüngesinden çıkan Ordu mensuplarına karşı ilk saldırılar
ABD elçisinin gördüğünü muhakkak ki ABD’deki merkezler de görmekteydiler. Ve onlar da kendi alçakça çıkarlarına uygun düşecek tedbirler aramaktaydılar.
ABD’ye göre Türk Ordusu ABD’nin yörüngesinden hızla çıkmaktaydı. Yurtsever, Mustafa Kemalci komutanların bir muhtıra vermeleri, durumu daha da vahim ve içinden çıkılmaz hale getirebilirdi.
Zaten yine kendi projeleri ve yapımları olan AKP-Tayyipgiller İktidarı da ABD ile her türlü işbirliğine, dolayısıyla da Türkiye’ye ihanete tereddütsüz hazırdı. Üstelik de ezici seçim zaferleri kazanarak üst üste iktidara geliyor ve gittikçe de iktidarını sağlamlaştırıyordu. Tabiî aynı zamanda da Türkiye’yi Ortaçağ’a doğru bayır aşağı yuvarlayıp götürüyordu. Bu Ortaçağa gidiş ABD’nin de işine gelirdi. Çünkü malum; din merkezli dünya görüşünde esas olan millet değil, ümmetti. Bu bakımdan da ulus ve ulusa ilişkin değerler bunlar için de bir anlam ifade etmezdi. İşte ABD’nin de zaten istediği buydu. Millet olarak Türkiye’yi eritmek ve Sevr Haritasına göre parçalamaktı. Bu bakımdan ABD ve yerli hainlerin; Tayyipgiller ve Cemaat’in amaç birliği sağlanmış oluyordu. Yani ortak payda oluşmuştu.
ABD hazırlıklarına girişti ve ilk saldırı denemesini Van’da, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektör ve yurtsever yöneticilerine karşı yaptı. (Namuslu, laik, yurtsever rektör Yücel Aşkın ve ekibine yaptı.) Aynı zamanda bir saldırı da “Şemdinli İddianamesi” adıyla bilinen bir iddianame hazırlanarak Türk Ordusu’na karşı yapıldı. Fakat, çoğu şeyde olduğu gibi burada da ilk girişim başarıya ulaşamadı. Fakat sarsıntı yarattı tabiî. Zaten bir şeyi yıkıp çökertmek için de art arda darbeler indirmek gerekir genelde…
Ortamın yeterince olgunlaştığını gözlemleyen üçlü alçak mihrak, 2007’nin 12 Haziranı’nda öldürücü sonucu almak için tam hazırlıklı bir saldırı daha başlattı. Yine bilindiği gibi bu saldırının adı da ilkin “Ümraniye Bombaları” diye yazıldı medyada. Fakat kısa süre sonra saldırıya asıl vermek istedikleri adı açıkladılar. 25 Temmuz 2008’de “Ergenekon Davası” adını verdikleri ana saldırıyı başlattılar…
Aslında “Ergenekon” adını, saldırının tüm detayları gibi çok önceden belirlemişti onu planlayan ve uygulayanlar. İşte kanıtı:
“Kameraya yansıyan görüntülerde karakoldaki polisler, düzenledikleri tutanakların ‘olay yerinde düzenlenmiştir’ gibi gösterilmesi konusunda nasıl inandırıcı olacaklarıyla ilgili konuşmalar yapıyordu.
“Bir polis, arkadaşına ‘Mahkemede sana ‘çatıya bilgisayar mı çıkardın?’ diye sorarlarsa ne diyeceksin?’ diye soruyordu.
“Diğeri de şöyle cevaplıyordu: ‘Soruşturma Ergenekon olduktan sonra s.kerim hâkimini de, savcısını da…’
“Evet, bu küfür soruşturmanın 9 ay sonra ilan edilecek isminin daha o sırada belli olduğunu ortaya çıkaracaktı.” (age, s. 213)
Bu temel saldırı da ilk denemesinde olduğu gibi yalnızca Ordu’yu hedef almadı. Namuslu, yurtsever, laik, tam bağımsızlıkçı, Mustafa Kemal gelenekli bilim insanlarını da kapsamı içine aldı. Bununla da yetinmedi; aynı nitelikteki aydınlara, yazarlara, çizerlere de yöneldi.

AB-D nasıl bir Türk Ordusu için çabalamaktadır?
Özetlersek; hep söylediğimiz gibi, Sevr’e gidilecek yolun üzerinde kendilerine karşı direnç noktası oluşturabilecek başta Türk Ordusu olmak üzere tüm namuslu, yurtsever unsurları hedef aldı. Amaç, yol açmaktı, yol temizliğiydi. Davanın amacı en öz anlatımıyla budur.
Bu davayı imal eden alçakların, şerefsizlerin varmak istediği yerse tek kelimeyle Yeni Sevr’dir.
Zaten, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik, siyasi olaylara bakan ve gördüğünü anlayıp değerlendirebilen herkes Türkiye’nin ABD Emperyalistleri tarafından adım adım Yeni Sevr bataklığına sürüklendiğini kesince görür. İşte bu “dava” maskesiyle yürütülen saldırı bu gidişe karşı çıkabilecek güçleri sindirme, yıldırma, ezme ve tasfiyeyi amaçlamaktadır. Nitekim, yapılan da budur. Artık namuslu burjuva yazarları bile Türk Ordusu’nun teslim alındığını, diz çöktüğünü açık açık yazıp söylemektedirler.
Tabiî biz bu kanıda değiliz. Diz çöken, teslim olan, Türk Ordusu’nun sadece komuta kesimidir.  Yoksa, ezici çoğunluğunu oluşturan kitle hâlâ yurtseverdir, tam bağımsızlıkçıdır, Mustafa Kemalcidir. Biz de zaten hep diyoruz ya; Devrimci Gelenekli olan kesim Ordu Gençliği’dir. Yoksa Hilmi Özkök, Necdet Özel gibi ordu fosilleri değildir.
Mustafa Balbay ortalama dört yıldan bu yana Silivri Toplama Kampında tutsaktır. Neden mi?
Bizce şundan: 23 Mayıs 2003’te Cumhuriyet’te yaptığı “Genç Subaylar Rahatsız” haberinden.
Bu haber, ayrıntıları okunduğunda Ordu Gençliği’nin Tayyipgiller İktidarından ve Türkiye’nin Sevr ile birlikte Ortaçağa doğru sürüklenişinden rahatsızlığını ortaya koymaktaydı. Yani komuta kesiminden farklı bir tutum içinde olduğunu göstermekteydi. Bizim yarım yüzyıldan bu yana savunduğumuz bu ayrımı Balbay’ın da “Cumhuriyet”te yazması Tayyipgiller İktidarını ve onlarla “şiir gibi anlaşıyoruz” diyen ve böylece de aynı ihanet içinde olduklarını hiç çekinmeden itiraf eden Hilmi Özkök’ü ve benzerlerini çileden çıkardı. O güne dek sakinliği, ılımlılığı ve yumuşaklığıyla bilinen, tanınan Hilmi Özkök, tüm bu özelliklerini bir anda terk ederek bakın haber karşısında nasıl konuşur, nasıl kükrer:
“Komutanlar arasında şahinler, güvercinler, sertlik yanlıları yoktur. Bu tür iddiaları yalanlamaktan öteye lanetlediğimi, kusura bakmayın ağır laf söylüyorum, ama açıkça ifade etmek istiyorum.” (age, s. 173)
Aynı tepkiyi, aynı günlerde Tayyip de gösterir:
“Özkök’ün açıklaması ardından konu üzerine ilk kez konuşan Erdoğan, Balbay’ı suçladı. Erdoğan, ‘Genç Subaylar’ manşetini kastederek ‘Tuttuğunuz bir köşeyle bu ülkede sıkıntı çığırtkanlığı yapmayın’, ifadesini kullandı. Erdoğan, askerle benzer hassasiyetlerini dile getiren YÖK Başkanı’na ise ‘kilon kaç, çık meydana’ sözleriyle cevap verdi. Erdoğan için askerle yapılacak güreş o günlerde Özkök’ün katkısıyla ötelenmişti.” (age, s. 173)
Görüldüğü gibi, ABD işbirlikçilerinin, hainlerin Ordu Gençliği’nin Devrimci Geleneğinin sözünün edilmesinden bile ödleri patlıyor. Onlar Amerikancı, ruhsuzlaşmış, uşaklaşmış, fosilleşmiş tören paşalarının, halk çocuklarından oluşan Ordu Gençliği’ni kendileri gibi hep sürükleyip götürmesinden yanadırlar. Tabiî nereye götürmesinden? Amerikan uyduluğuna, Amerikan uşaklığına… Onlar ister ki Türk Ordusu hep NATO Ordusu olsun. Böylece, Amerikan generalleri Türk Ordusu’nu istedikleri gibi yönetsin, kullansın. Kore’ye götürsün, Yugoslavya’ya götürsün, Somali’ye, Afganistan’a, Libya’ya ve Suriye’ye sözün kısası, Amerika nereye isterse oraya götürsün, ABD’nin aşağılık emperyalist çıkarları için ölsün, öldürsün. Ne yazık ki bütün bu pis işleri ABD yaptırabilmektedir bugün Türk Ordusu’na. Buna ilaveten, Türkiye’nin Yeni Sevr’e sürüklenişine de ses çıkaramaz durumu düşürülmüştür Türk Ordusu.
İşte “Ergenekon Davası” denen CIA Operasyonu yukarıda da dediğimiz gibi bunu sağlamıştır.
Fakat Ordu Gençliği bu duruma ses çıkaramamakla birlikte hınç duymaktadır, bundan hoşnutsuzdur. Fakat bir yolunu bulamadığı için ses çıkaramamaktadır. İşte bu durumun dillendirilmesi ABD uşaklarını korkutmakta, kızdırmaktadır.
Bu hainane gidişin sürmesi halinde ABD Türkiye’yi Yeni Sevr’e iyice yaklaştıracak, çözecek, eritecektir. Bunun sonucunda da Türkiye’yi açıktan parçalamaya girişebilecektir. Hep diyoruz ya; ABD’nin Ortadoğu’daki hedef sıralaması Irak, Libya, Suriye, İran ve Türkiye biçimindedir. Diğer dört ülkede amaçladığını gerçekleştirirse muhakkak ki Türkiye’ye fiili saldırı planını da uygulamaya koyacaktır. Bu gerçeği namuslu burjuva yazarları bile artık görebilmektedirler:

Amaç, Türkiye Dahil Ortadoğu’nun sınırlarını değiştirmektir
Bundan bir süre önce, ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi Öğretim Üyesi Nicolas Gvasdev demişti ki:
“Kısa bir süre içinde; Türkiye’de PKK’ya, Kolombiya’da FARC’a, Filipinler’de komünist ve İslâmcı asilere karşı kullanılan isyan bastırma yöntemlerinin sorgulanması, bu ülkelere müdahaleyi beraberinde getirecektir”
“Müdahale!
“Pekâlâ, Bush’un Savunma Bakanı Condolezza Rice, 7 Mart 2003’te Washington Post’a yazdığı yazıda ne demişti:
“Fas’tan, Basra Körfezi’ne kadar, TÜRKİYE DE DÂHİL, Ortadoğu’da tüm ülkelerin rejim ve sınırları değişecek!”
“Bu açık niyete rağmen, Erdoğan’ın bu planı uygulayacak olan Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un eşbaşkanlığını nasıl olup da kabul ettiğini anlamakta zorlanıyorum!” (Cevher Kantarcı, Yurt Gazetesi, 20 Mayıs 2012)
C. Kantarcı, ABD Emperyalistlerinin Türkiye’ye hangi aşamada askeri müdahalede bulunacağını bile bizim de hep tekrarladığımız biçimde dile getirmekten çekinmiyor:
“Adamlar, Türkiye’ye müdahale gerektiğini açık seçik “söyletmeye” başladılar!
“BDP’lilerin sık sık dile getirdiği Türkiye’de çıkması muhtemel iç karışıklıklar, elbette ki güzellikle ve sadece biber gazıyla bastırılmayacak!
“Ve Batı’ya gün doğacak!
“Bizimki ise BOP Eşbaşkanlığına güvenip, Esad’a kabarıyor!
“Hele bir Esad meselesini, ABD’nin işine geldiği gibi çözelim, seyredin gümbürtüyü!” (agy)
Tekrarlarsak anlattıklarımızı; “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonu ABD tarafından netçe projelendirilmiş ve yukarıda Condolezza Rice’in açıklamalarında ve BOP Haritasında açıkça ortaya konmuş olduğu gibi, Türkiye’nin Yeni Sevr’e sürükleniş sürecinde buna karşı çıkabilecek yurtsever, antiemperyalist güçlerin tasfiyesini hedeflemiştir.

“Ergenekon, Balyoz Davaları”nın aktörleri-oyuncuları
Bu “dava”nın CIA tarafından projelendirildiğinin pek çok kanıtının yanında bir yenisi de geçen günlerde ortaya çıkmıştır. Eski AKP milletvekili İhsan Arslan’ın bir dönem birlikte çalıştığı Orhan Aykut, geçenlerde şöyle bir açıklama yaptı:
“Adı Orhan Aykut. Daha önce Tekirdağ Cezaevi’nde yatıyordu, şimdi Metris Cezaevi’nde.
“Kendini eski bir ülkücü olarak tanıtan Orhan Aykut 13 Aralık 2010’da Tekirdağ Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak Ergenekon ve Balyoz davaları ile ilgili bir suç duyurusunda bulunmuştu.
“Aykut, Balyoz Davası dosyalarının bir bavul içinde, Amerikalı bir senatör ve ordudan ayrılma bir binbaşı tarafından AKP’li Milletvekili İhsan Arslan’ın ofisine getirildiğini ileri sürmüştü. Aykut belgelerin burada sıraya dizildiğini, bazılarına eklemeler yapıldığını, bazılarının üzerinde oynandığını da suç duyurusunda iddia etmişti.”  (www.odatv.com, 20 Kasım 2012)
Açıkça görüldüğü gibi, “Balyoz Davası” belgelerinin yer aldığı bavulu Amerikalı bir senatörle Ortaçağcılığından dolayı Ordudan atılan uzun saçlı eski deniz binbaşısı (bunun İskender Pala olduğu Orhan Aykut tarafından da beyan edilmiştir) AKP eski milletvekili İhsan Arslan’a ve onunla çalışan Orhan Aykut’a Movenpick Oteli’nde teslim ediyor. Bu arada Beyaz Saray eski çalışanı, şimdinin AKP milletvekili ve Avrupa Birliği’nden sorumlu bakanı Egemen Bağış da oradadır. Demek ki ABD’li senatör CIA adına projenin uygulamaya konmasında da görev yapmıştır. İşin gerisini İhsan Arslan, Ramazan Akyürek ve Cemaatin savcı-yargıç maskeli görevlileri sürdürmüştür ve halen de sürdürmektedir.
Bu bavul devir teslimi, sahte belge üretimi ve bunlara dayanarak operasyon yapma olayında “dava”nın üç ayağı da açıkça ortaya çıkmaktadır, görülmektedir: ABD-CIA-Pentagon-Washington, Fethullah Cemaati, Tayyipgiller İktidarı… Aslında davanın tüm parçalarında bu ayaklar görev yapmıştır. Yani bu CIA Operasyonu, bu ayaklardan oluşan kaynaşık bir ekip tarafından gerçekleştirilmiştir.

AB-D ve Tayyipgillerin “timsah gözyaşları”nın sebebi nedir?
Olay bu kadar açık bir şekilde ortada dururken ABD’nin ve Tayyipgiller’in; “Bizim olayla sayımız suyumuz yok-uzaktan yakından ilgimiz, bilgimiz yok, tam tersine bu davada tutuklananların uzun tutukluluk sürelerine maruz bırakılmaları bizi de rahatsız etmektedir. Bu nedenle bizce bu davalar bir an önce sonuçlandırılmalıdır” şeklinde açıklamalar yapmaları tamamen bir Nazi-Hitler taktiğidir. Başka türlü söylersek; İblisçe yapılmış bir düzenbazlıktır, kandırmacadır.
Biz uzun süredir hep tekrarlamaktayız; bu davanın cezası sonucunda değil, sürecindedir, diye. Cezanın özü sürecinde olunca tutuklulukların elbette uzun tutulması gerekir. Peki bu uzunluğun ölçütü ne olacaktır?
Şu:
Bu süreç içinde hedef alınan güçlerin işi bitirilmiş olacaktır. Yeni Sevr’e gidişe karşı çıkabilecek güçler sindirilmiş, korkutulmuş, ezilmiş ve tasfiye edilmiş olacaktır.
Bu amaç gerçekleşti mi şimdi?
Ne yazık ki öyle… Yani amaç hâsıl olmuştur. Hedef ele geçirilmiştir.
O zaman ne yapılması gerekmektedir?
Bu “dava” saldırısıyla-bu aşağılık suçla bizim hiçbir ilgimiz yok, denilerek oyuna, kandırmacaya başvurmak gerekmektedir. İşte ABD Emperyalistleri ve Tayyipgiller bunu yapmaktadırlar. Suçu sadece savcı ve yargıç maskeli Cemaat mensuplarının üzerine yıkmaktadırlar. Hani, ağanın da toprağını gasp ettiği ya da karısına-kızına göz koyduğu gariban köylüyü önce emrindeki çakallara katlettirip sonra da suçu onların üzerine yıkması gibi…
Sözü uzatmayalım; insanlıktan çıkmış ABD Emperyalistlerinin de onların işbirlikçisi hain Tayyipgiller İktidarının da bu davayla ilgili “timsah gözyaşları” denilen türden sahte ağlayışları, gözyaşı döküşleri hep yukarıda andığımız aşağılık oyun-Nazi Yöntemi gereğidir.
Bugün, gün yerli-yabancı Parababalarının ve onların her türden uşaklarının günüdür.
Halkımız ne yazık ki örgütsüz, darmadağınıktır. Böyle olunca bu hainane gidişi ve oyunları ne görüp doğru dürüst anlayabiliyor, ne de tepki koyabiliyor. Haydutlar, satılmışlar, insan sefaletleri gönüllerince oyunlar, hileler düzenliyor, dolaplar çevirebiliyor. Ne diyelim, olsun bakalım…
Fakat sanmasınlar ki bu böyle sürüp gidecek! Elbet bu iblisçe, bu alçakça oynanan oyunların da hesabının sorulacağı günler gelecek!..