20 Nisan 2013 Cumartesi

"NUR SURESİ" Anlaşılır NET TÜRKÇE Çevirisi -MEME - TURBAN /Özdemir İNCE



 Nûr Suresi 31. Ayet'in birçok çevirisini; Fransızca, İngilizce ve Almanca çevirilerini karşılaştırdım. Bu karşılaştırmanın sonucunda 31. Ayet'in Türkçe çevirisinin aslına uygun yapılmadığı sonucuna vardım. Bu sonuca varmamda, Paris üniversitelerinin birinde Arap Edebiyatı ve Kültür Tarihi öğreten tanınmış bir şair ve filozof, Tunuslu Profösör arkadaşımın büyük yardımları oldu.  Arkadaşım, bu ayetin çok önemli üç sözcüğünün kesin anlamlarını araştırarak bana bilgi verdi.
 Buna göre, Nûr Suresi 31. Ayet'te üç önemli sözcüğün Türkçe anlamını yazıyorum:
* Farj (tekil); Furuj (çoğul)(Sözlük adıyla): Erkek ve kadın cinsel organı.
* Jayb 
(tekil); Juyub (çoğul : (Sözlük adıyla): Meme, göğüs.
* Himar 
(tekil), Humur (çoğul): İslam öncesi dönemde Arapların giydiği giysinin bir parçası (dokuma, bez parçası). (Başörtüsü ile kesinlikle ilişkisi yok.)

MEMELERİ ÖRTSÜNLER !

Buna göre Nûr Suresi 31. Ayet'i şöyle çevirmek gerekiyor:

"Söyle inanan kadınlara: Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını saklasınlar ?. Örtülerini göğüsleri (memeleri) üzerine vursunlar ?"

Söz konusu ayetin örtmekle ilgili bölümünün Arapçası ise şöyle:

"Vel yadribne bihumûrihinne alá juyubihinne" (En doğrusu ki örtülerini göğüsleri (memeleri) üzerine vursunlar)

HİMARI ÇİZDİRİN!
Tunuslu filozof ve şair arkadaşımın belirttiği gibi örtünün (himarin) başörtüsü ile herhangi bir ilişkisi yok, SADECE genel giysinin bir parçası. Arapların Müslüman olmadan önce giydikleri giysinin nasıl olduğunu, bu giysilerin parçası olan "himar"ın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Bilmek zorunda da değilim.
 Sadece üzerime düşen sorumluluk gereği Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ve bağımsız ilahiyatçıların bu giysinin ve parçası himarın çizimini bulup, yaptırıp yayınlamaları zorunlu bir görev.  Şayet gerçekten İMAN ETMİŞ mümin iseler, tabiiki bu görev ve sorumluluktan kaçamazlar.

ORGANİZMANIN PARÇASI!
Bu konuda yazmaya başladığımdan bu yana, her fırsatta bana şirretçe saldıranlar, suçüstü yakalandıkları için, susmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Osmanlı usulü ‘eski Türkçe’ ile arapçayı karıştıran BİAT KÜLTÜRÜ MAĞDURU zihni bulanıkların asılsız iddiası Türban tapıncı tek başına değil. Büyük bir organizmanın sadece parçalarından biri.
Eğer imam hatip okulları mezunları, üniversitelere bir lise mezunu gibi girmek hakkını
yasal olarak elde edemezlerse, türban "delirium"u epeyce zaman alsa da yavaş yavaş tavsar.  Ama tersi olup imam hatip mezunları, lise mezunlarının hakkına sahip olarak üniversitelere girebilirlerse türbanın yükselişini kimse engelleyemez ve bu durumda KAÇINILMAZ olarak İslam'dan giderek daha da kopacak olan Türbaniye Dini, maalesef DANGALAK – kara cahil yobazlık temsili Türbanistan'ı kurar!

* * *


Bu konuda ‘Kiralık kalemşör’ olduğu ispat edilen Cengiz Çandar için özel not:
Şayet sende bir parça haysiyetin – şeref ve namus değerlerin tozu varsa, Kuran'da yazan "Farj, furuj, jayb, juyub, himar, humur" gibi temel sözcüklerin anlamını bir bilen Arap arkadaşına (Kutsalmış ! diye NAMUS KAVRAMLI VATAN ‘bir çift memeye satılır’ denen kiralık kalem meslaktaşın Altan’a değil), özellikle şayet ilmine güveniyorsan bilen  bir kadın tanıdığına sor. 

Sonra Nûr Suresi 31. Ayet'in Türkçe çevirisini oku !.  Yetmez dersen bir kez de Diyanet'e sor ve sonra, hükümetçilik, ılık İslamcılık yapacaksan yap, ama İslamiyeti ILIMLI İSLAM diye müslümanlığı, uğrunda ölünce ŞEHİTLİK vaad edilen toprak, aile – soy ile bizi MİLLET olarak birleştiren değerleri dinamitlemeye and içmiş - 3Yci (Yandaş Yalaka Yoz) BABASI BELİRSİZ şerefsizler misali SATILMIŞ SOYSUZ DÖLÜ gibi değilde, etek giymemiş ERKEK misali "harbi" yap !





16 Nisan 2013 Salı

Hesap Soracak Adam

Rifat SERDAROĞLU
 rifatserdaroglu@superonline.com 16 Nisan 2013 Salı  


Siyasetçilerden ve kamu görevlilerinden;
Hesap soracak adam da “Mangal gibi yürek” olmalıdır.
Hesap soracak adam öncelikle “Namuslu” olmalıdır.
Hesap soracak adam, önce kendi hesabını verebilmelidir.
Hesap soracak adamın arkası çöplü ve açık olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Kalpazanlık” gibi bir dosya olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Bilet Sahtekârlığı” gibi bir dosya olmamalıdır.
Hesap soracak adamın boynunda “Resmi Evrakta Sahtecilik” dosyası olmamalıdır.
Hesap soracak adam “Dokunulmazlık Zırhına” sığınmamalıdır.
Hesap soracak adam “Dokunulmazlıkları Kaldıracağım” diye yalan söylememelidir.
Hesap soracak adam “Haram” yememelidir.
Hesap soracak adam “Kul Hakkı” yememelidir.
Hesap soracak adamın yurtdışındaki bankalarda, yabancı istihbarat örgütleri tarafından bilinen ve belgelenmiş kaçak hesapları olmamalıdır.
Hesap soracak adam Kamu Bankalarından emirle yakınlarını
Medya Grubu sahibi yapmamalıdır.
Hesap soracak adam servetinin kaynağı olarak çocuklarının “Düğün Takılarını” göstermemelidir.
Hesap soracak adam “İmar Planı Oyunları” ile yandaşlarını zengin etmemelidir.
Hesap soracak adam milletinin “Türk” olan adından utanmamalıdır.
Hesap soracak adam çalınan “Sadaka Paraları” ile siyaset yapmamalıdır.
Hesap soracak adam emperyalist devletlerin emriyle Devlet-Millet düşmanı canilerle kucaklaşmaz.
Hesap soracak adam Uyuşturucu kaçakçısı örgütle görüşmez.
Hesap soracak adam PKK’yı besleyen, barındıran adamı kırmızı halı ile karşılamaz.
Hesap soracak adam inanç istismarı yapmaz.
Hesap soracak adam hukuksuzluklara- haksızlıklara geçit vermez.
Hesap soracak adam insanlarını, ilaçlarını alamaz hale getirmez.
Hesap soracak adam, adam gibi adam olmalıdır.
Nasıl hesap sorulurmuş, çok yakında Türk Milleti sana gösterecektir.

İSTANBUL’UN İŞGAL GÜNLERİ * YÜZBAŞININ SELAMI ve BELEDİYEDE CUMHURİYET DÜŞMANI BİR YOBAZ/ Naci Kaptan

“Fransız işgal kumandanı d’Esprey kendisini karşılamak üzere
selam duran Osmanlı bandosunu hiç yoktan kırbaçladı !!! “

***
Atatürk yerine İngilizlerin olmasını isteyenler,
“Bu sözü televizyonda türbanlı iki kız söylemişti …

Bu sözü edenler, Irak’ta sokak ortasında ,
kadınlara nasıl tecavüz edildiğini bilmezler mi ?

İşte düşman çizmesi altında yaşamak böyle birşeydir.
Elin oğlu askerini kırbaçlar,
Hele hele kadınları ve kızları ortalarda görmesinler !!!

***
SENE 1919 İSTANBUL’UN İŞGAL GÜNLERİ
Naci Kaptan
15 Nisan 2013

1918 – 1922 yılları arasında düşmanlar sarmıştı İstanbul’unı her bir yanını .O dönemler Osmanlı yorgun ve güçsüzdü.Büyük savaşların içinden çıkmıştı.Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile İstanbul için işgal başlamıştı.
İstanbul’un işgalini yazar Mümin Yıldıztaş, “Yaralı Payitaht İstanbul’un İşgali” adlı çalışmasında “İşgal Başlıyor” başlığı altında şöyle anlatıyor ;
“Galata Rıhtımına yanaşan Adrian Gemisi’nden çıkan iki Fransız subayı İstanbul’a ilk ayak bastığında takvimler 8 Kasım 1918’i gösteriyordu. Bunu 13 Kasım’daki 22’si İngilizler’e, 12’si Fransızlar’a, 17’si İtalyanlar’a ve 4’ü de Yunanlılar’a ait toplam 60 parçalardan oluşan Müttefik donanmasında bulunan askerlerin İstanbul’a çıkışları izledi.”
“İşgal devletleri sadece İstanbul’u işgal etmekle kalmayıp tüm küstahlıklarını da göstermekten geri kalmadılar. Fransız işgal kumandanının kendisini karşılamak üzere selam duran Osmanlı bandosunu hiç yoktan kırbaçlamasının yanı sıra Dolmabahçe Sarayı’nda da kendisinin oturacağını söyleyerek Osmanlı padişahının derhal boşaltmasını istemesi, Fransız küstahlığının hangi boyutlara ulaştığını göstermesi açısından oldukça ilginçtir.”
“İşgal altındaki İstanbul, kontrol, denetim ve sorumluluk olarak üç bölgeye ayrılmıştı. Galata ve Beyoğlu bölgesinde İngilizler, İstanbul yakasında (Suriçi) Fransızlar, Kadıköy bölgesinde ise İtalyanlar ayrı ayrı denetim mekanizması oluşturmuşlardı. Her işgal komutanlığı kendi karargâhı bünyesinde bir de askeri mahkeme ve hapishane kurmuştu.”
***
İŞGAL GÜNLERİNDEN BİR ANI
İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa her zamanki yumuşaklığı ile;
- “Beyler..” dedi
- “.. İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok.
Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit’i tekrar işgal ediverdiler.”
Sarı Atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu’ya geçmeye çoktan hazır, Ankara’nın İstanbul’da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi. Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:
- ‘Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.’
- ‘İçeri al.’ Nazır subaylara bilgi verdi:
- ‘Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.’
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:
- ‘Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.’
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı.
Nazır önündeki yazıya bakarak yumuşak sesle, ‘Oğlum..‘ dedi, ‘.. dün akşam Beyoğlu’nda, İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller’i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?’
- ‘Evet efendim, doğru.’
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
- ‘Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?’
- ‘Hayır efendim, gördüm.’
Nazırın canı sıkıldı:
- ‘Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.’
- ‘Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam.Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?’
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
- ‘Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar.İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti.Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile.Olayı kapatalım.’
Başıyla çıkması için izin verdi.
Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:
- ‘Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.’
Nazır bıkkınlıkla, ‘söyle bakalım’ dedi.
‘Balkan savaşında teğmendim. Çanakkale’de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum.Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım.Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var.Onların hakkını korumak namus borcumdur.Beni affedin, özür dileyemem.
Harbiye Nazırı bozuldu:
- ‘Anlamadın galiba.Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.
Yüzbaşı sükûnetle, ‘Anladım efendim’ dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:
- ‘Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!’
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü.Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı.Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular…
(Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler, s. 57-58 )

Bu Cumhuriyeti böyle subaylar kurdular.
***
Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu hiç unutmayın..
Bu Cumhuriyet acıyla ,üzüntüyle ,kanla ve şerefle kuruldu.

Yoksa onun bunun g.tünü yalayan şerefsizlere kalsaydı nah kurulurdu.Bugünlerde T.C.’nin kaldırılmasını protesto edenleri aşağılamaya çalışan AKP’nin İzmit Belediye Meclisi üyesi ticani kılıklı yobaz Ali Yılmaz T.C. yerine W.C. yazsınlar diye buyurmuş !!!
Cahil yobazlık işte böyle birşeydir.cephelerde savaşlarla kazanılmış olan bağımsız Türk Cumhuriyetine bile düşmanlardır.Ki bunlara bağımsızlık yakışmaz.Mandacı uşaklık yakışır…

Yobazın adı Ali Yılmaz …T.C. nin ona verdiği olanaklarla bir belediyenin meclis üyesi olduğunun bilincinde dahi olamayacak kadar cahil.Bu nedenle Laik Cumhuriyete de düşman .T.C.yi oluşturan güç olmasa idi,Yobaz Ali ,nesebi belli olmayan ,ya George ya Michel olurdu.
İşbirlikçi Said Mollaların,İskilipli Atıf’ların,Saidi Kürdi’lerin,Türk’lükten çıkan Şeyhüislam Mustafa sabri’nin,”İngiliz milletine karşı beslediğim sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım” diyen sultan vahdettin’in torunları işte bunlardır.
 
 

15 Nisan 2013 Pazartesi

YABANCIYA TOPRAK SATIŞININ AĞIR MALİYETLERİ Cihan Dura

Komşunu sev ama, aradaki bahçe duvarını asla kaldırma
Benjamin Franklin
 
Yabancıya toprak satışı basit bir mülk satışı değildir; ekonomik ve politik, çok önemli sakınca ve tehlikeleri vardır. AKP hükümeti ve Meclis’in, yasayı çıkarırken, uygularken işin maliyet yönünü hiç hesaba katmadığı anlaşılıyor.
I) EKONOMİK SAKINCALAR
A) Toprak temel ekonomik kaynaktır, yerine yenisi konamayan kıt bir üretim faktörüdür. Millî servetin bir unsurudur. Demek ki biz yabancıya toprak satınca, ülkenin temel ekonomik kaynağını, üretim faktörünü, millî servetini satmış oluyoruz. Öyleyse yabancıya toprak satışı bir millî servet kaybıdır. Şöyle ki nasıl yabancıya satılan işletmelerimiz başka ülkelerin millî servetine ekleniyorsa, toprak satışı yoluyla da bir üretim faktörü olan topraklarımız yabancı devletlerin millî servetine eklenmiş oluyor. Buna karşılık Türk devleti üretim faktörü açısından, millî servet açısından aynı derecede fakirleşmiş oluyor.

B) Bir ülkeye topraklarını sattırma, sömürgeci Batı’nın, Emperyalizm’in tarihî bir aracıdır. Silahla teslim alınamayan Türkiye'nin tapusu parayla, Dolar’la, Avro’yla alınıyor. “Efendim, toprağı alıp götürmüyorlar ya” savunmasının hiçbir geçerliliği yoktur. Tapuyu almak, toprağı alıp götürmek demektir. Aslında emperyalistin toprağı götürmeye de ihtiyacı yoktur, o ekonomik ve siyasal egemenliğini kurar. “Biz de oralarda toprak alıyoruz” gerekçesi de, göründüğü kadar sağlam değildir. Bir Türk Amerika’da ya da başka bir Batı ülkesinde yalnızca mülk sahibi olmak için gayrimenkul alır. Oysa bir Amerikalı, bir İngiliz,.. öyle olmayabilir. Çünkü bunlar emperyalist, sömürgeci, dünyanın çeşitli bölgeleri hakkında politik hedefleri, gizli planları olan, tarihen sabıkalı devletlerdir. Almanya’daki işçilerin bu ülkede mülk sahibi olması da gerekçe olarak ileri sürülemez. Çünkü onların Alman toprakları üzerinde hiçbir ideolojik emelleri yoktur. Almanya öyle değildir. Bu devletin Ortadoğu’ya yönelik planları vardır. Üstelik oradaki Türkler üzerinde sıkı bir Almanlaştırma politikası uygulamaktadır.
Yabancılara toprak satışı ile “ikiz ihanet yasaları” da denilen İkiz Yasalar arasındaki çok yakın ilişki bu bakımdan anlamlıdır. Günümüzdeki uygulama BOP’un da araçlarından biri olabilir.
Yahudiler Türkiye’nin doğu bölgelerini vaat edilmiş toprak (Arzı Mev’ud) olarak görüyorlar. İsrail'in, bir devlet olarak toprak satın alma yoluyla kurulduğu gerçeği hatırdan çıkarılmamalıdır.  GAP bölgesinde faaliyet gösteren İsrail firmaları vardır. İsrailli firmalar, yerli ortaklar edinme yoluna gitmektedir. Son zamanda bu çalışmalara Güneydoğumuzdaki mayınlı bölgenin, bir İsrail firmasına kiralanması planı da eklenmiş bulunuyor.
C) Her hal ve şartta, toprak satışı yoksul ülkelerin, Türkiye’nin aleyhinedir. Çünkü ülkelerin “yapısal farklılığı”, örneğin büyük gelir farklılıkları hesaba katılmıyor. Bir Türk Batı ülkelerinde 1000 metrekare arazi satın alana kadar, onlar benim ülkemde 100 000 metrekare arazi satın alır. Kaldı ki bu da Türkiye’deki 20-30 bin kişinin bir ayrıcalığıdır.
Yabancılar ticarî amaçla da toprak satın almaktadır, gayrimenkul ticareti yapanlar vardır. Bu yoldan yurt dışına gelir transferi, döviz çıkışı da gerçekleşmiş oluyor.
D) Yabancılara tarım topraklarının satılması son derecede yanlıştır. Elden çıkan alanlar Türkiye'nin en nitelikli, en değerli topraklarıdır, yerleşim alanlarıdır. Uydu aracılığıyla çekilen ayrıntılı haritalar sayesinde Türkiye'nin hangi bölgesinde, hangi değerli madenin,  hangi miktar ve kalitede mevcut olduğuna dair bilgiler şüphesiz ki topraklarımızı satın alanlarda mevcuttur. AKP hükümetinin iki uygulaması dikkat çekicidir: Bir yandan Türk tarımı  -IMF programları ve AB uyum yasaları ile- çökertiliyor, Türk köylüsü çiftliğini çubuğunu satarak şehirlere göç etmeye zorlanıyor; öbür yandan da yabancıların toprak satın almalarını alabildiğine kolaylaştıran yasalar çıkartılıyor.
E)Yabancılar GAP bölgemizden de toprak alıyor. Türkiye’nin su havzalarının yüzde 30’dan fazlası bu bölgede... Önümüzdeki yıllarda su, petrolden daha önemli bir konuma gelecektir. Büyük olasılıkla bir emperyal plan söz konusudur: Bir takım odaklar tapu ellerine geçince, istediklerini yapacaklar. GAP arazilerini kontrol altına alacak, kullanma hakkını elde etmiş olacaklar. Bu da Türkiye’nin enerji boğazının sıkılması anlamına geliyor.
F)Yabancılar ticarî amaçla da toprak satın almaktadır, aralarında gayrimenkul ticareti yapanlar vardır. Taşınmaz satıldıktan bir süre sonra, bu yoldan yurt dışına gelir transferi, döviz çıkışı da başlamış oluyor.
II) POLİTİK SAKINCALAR
Toprağın ekonomik yönü kadar, siyasî yönü de önemlidir. Yabancıya satılması durumunda son derecede önemli maliyetler ortaya çıkar.
A) Ülke toprağının siyasî yönünün önemine Anayasa Mahkememiz şöyle parmak basmıştır: “Yabancının Türkiye’de arazi ve emlak edinmesi salt bir mülkiyet sorunu olarak değerlendirilemez. Toprak devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlık simgesidir.” Yüce mahkeme bu hükmüyle, şunu demek istiyor: Toprak bir millet için devlet olmanın temel şartıdır. Toprağı satmak devleti satmaktır. Toprağından vazgeçmek, devletinden, egemenlik ve bağımsızlığından vazgeçmek demektir.
Toprak satılarak Lozan deliniyor, ülkemizin güvenliği ve geleceği tehlikeye atılıyor.
B)Yabancı ülke şirketlerinin ve vatandaşlarının Türkiye’de toprak satın almalarının arkasında Rum ve Ermeni lobileri de bulunmaktadır. Türkiye’den Batı ülkelerine göçmüş, o ülkelerin vatandaşlığına girmiş Ermeni ve Rumların torunlarının Türkiye üzerinde emelleri vardır. Bugün değişik adlarla dedelerinin bildikleri toprakları ele geçirmeye çalışmaları olmayacak şey değildir. Bu şekilde oluşturulacak yeni yerleşim birimlerinin, ilerde Türkiye’nin başına ne sıkıntılar açabileceğini tahmin etmek zor değildir.
C) İki devlet, İsrail ve Ermenistan, Türkiye’de, gizliden gizliye kendilerine en yakın topraklara el koyma gayreti içinde görünüyor.  Ermenistan Anayasası’nda Türkiye toprakları üzerinde hak iddiaları yer almakta, Ermeni Cumhurbaşkanlığı bayrağında Ağrı Dağı’nın resmi bulunmaktadır.
Yunanistan’ın ise ünlü, Megalo İdea’sı var. Hepsi de Türkiye’ye yönelik olan 10 hedefinden 5’ini gerçekleştirmiştir. Geri kalan hedefler şunlardır: Batı Anadolu’nun Yunanistan’a bağlanması, Karadeniz bölgesinde Pontus devletinin yeniden kurulması, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması, Gökçeada ve Bozcaada’nın Yunanistan’a bağlanması, İstanbul’un geri alınması ve Bizans’ın yeniden kurulması.
Şimdi dikkat! Şu örneğe bakın: Çiftçilerimiz, özel bankalardan kredi çekebilmek için tarla ve diğer gayrimenkullerini teminat olarak gösteriyor. Cazip ödeme kolaylığı sunan bu bankalar, çiftçilerin borçlarını ödeyememesi durumunda teminat gösterilen arazilere acımasızca el koyuyorlar. Bundan daha da ilginci; Yunan sermayeli bir bankanın, elemanlarını, Karadeniz'de özellikle köy ve yaylaları dolaştırarak çok cazip tekliflerle kredi imkânı sunmasıdır. Yunan sermayeli bu bankalar neden özellikle Karadeniz'i seçiyor? Pontus hedefleri ile ilgili olabilir mi acaba? 
D)Toprak satışının bir maliyeti de yeni azınlıklar yaratmasıdır. İş mülkiyet devriyle bitmiyor, etnik yığınlar zamanla ülkede yeni azınlık nüfuslar oluşturur; belirli büyüklüklere ulaştıkça, her biri ekonomik ve siyasal taleplerde bulunmaya başlar. Belli bir bölgede nüfus çoğunluğunu elde eden yabancılar, yerel yönetimlerde ve ülke yönetiminde temsil edilme, seçme ve seçilme hakkı taleplerinde bulunabilir.
AKP hükümeti bir ara “yurdun birçok yerinde yabancı kolonileri oluşturma”yı planlamıştı. Bugün, yabancıya satılan toprakların bazı düzenlemelerle koloniye dönüştürülmesine izin verilince, yarın o toprağın Türkiye Cumhuriyeti topraklarıyla çevrilmiş “bir başka devlete ait toprak” yani “anklav” halini alabileceğini unutmamak gerekir. Öte yandan, Akdeniz sahilleri bugün kendiliğinden kolonileşme yolundadır. Kolonileşme olgusu misyonerlik faaliyetlerini de kolaylaştıracak ve artıracaktır.
E)Türkiye’nin kendine özgü kimi koşulları da yabancıya toprak satışını sakıncalı kılıyor. Ülkemizin jeopolitik konumu ve potansiyeli dikkate alınmadan, Türkiye ile, örneğin Belçika'nın, İspanya'nın veya İskandinav ülkelerinin jeopolitiği aynı tutularak toprak satılması doğru değildir. Yabancıya ölçüsüzce toprak satışı ülkemizin bölgesel veya uluslararası güç olma potansiyelini zayıflatır.
F) Yabancıya toprak satışı uluslararası sorunlara ve dış müdahaleye yol açabilir.
-Batılılar için özel mülkiyetin “özel bir anlamı” vardır. “Özel mülkiyet” Batı’da, bütün haklardan önde gelen, bütün haklardan önce tanınmış bir haktır. Kutsaldır, dokunulmazdır. Yarın devletimizin herhangi bir kurumu; kamu yararı, millî güvenlik veya iç hukuka (yani milli hukuka ki o da bu gidişle kalırsa eğer) uygun başka bir sebeple, bir yabancının satın aldığı taşınmazı kamulaştırmaya kalkarsa, sorun çok büyük bir ihtimalle derhal uluslararası bir boyut kazanacak,  doğrudan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınacaktır.
-Yurttaşları Türkiye'de toprak edinmiş devletler; bir süre sonra, yurttaşlarının mülkiyet haklarına sahip çıkma adına, Ankara'ya müdahale edip, bazı şeylerin yapılmasını veya yapılmamasını isteyebilir. Bu haklar, Türkiye’ye karşı birer iç işlerimize müdahale ve diplomasi aracına dönüştürülebilir. Söz konusu devletler, vatandaşlarını kendilerinin bölgesel politikalarında bir araç olarak kullanma yoluna gidebilir.
SONUÇ
Yabancıya toprak satışının, ekonomik ve politik, 12 sakıncasını yukarda sıraladım ve kısa kısa açıkladım. Daha başkaları da olabilir.
AKP iktidarı on yıldır ülke topraklarını satarak kendine bir payanda sağlıyor ama, bu yaptığı; ekonomiye, devletimize uzun dönemde çok büyük zararlar verecek sonuçlar da içermektedir. Yerine başka finansman kaynakları bularak, en kısa zamanda bu onur kırıcı uygulamadan vazgeçmelidir. Basın, üniversiteler ve muhalefet partileri soruna sürekli ilgi göstermeli, bilimsel araştırmaya dayalı katkılarda bulunmalıdır.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ Suay Karaman




TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Suay Karaman

Toplum olarak yaşadığımız akıl tutulması en sonunda büyük önderimiz Atatürk’ümüze, devletimizin adına ve bayrağımıza kadar uzandı. Emperyalist güçler son vuruşu yapmak için, bu konuda sürekli olarak bizleri denemektedirler.

Yıllardır Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması ve Kemalizm’den vazgeçilmesinin istenmesine gerekli tepki verilmemesi üzerine, emperyalist güçlere şimdi devletimizin adı ve bayrağımız da batmaktadır.

Son günlerde devlet kurumlarından Türkiye Cumhuriyeti’nin kısaltması olan T.C. harflerinin kaldırılması uygulamaları başlatılmıştır. Gelen tepkiler üzerine yine eskiye dönülmüştür ama bir kez yol açılmıştır. Bunun yanında Türk kimliği düşmanlığı da açık açık yapılmaktadır. Bütün bunlar yaşanırken ve tartışmalar sürerken, TBMM’deki muhalefet kulisi girişindeki amblemin üzerinden Türk bayrağı kaldırılmıştır. Halen Türk sözcüğünü bir ırkın adı olarak gören sığ beyinler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunan emperyalizmin maşalarıdır.

Emperyalist ABD’nin dış politikasının etkin isimlerinden David Phillips, 2007 Eylül ayında Türkiye’de hükümet tarafından ağırlanmış ve yaptığı görüşmeler sonucunda “PKK’nin Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” başlıklı bir rapor hazırlamıştı. ABD’de kurulu Atlantik Konseyi isimli kuruluş 2009 Haziran ayında “Türkler ve Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” adında bir rapor hazırladı. Bu rapor da yine David Phillips tarafından hazırlanmıştı. Proje grubunda eski ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, ABD’li General Charles Wald ve Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün politika analizcisi Mike Amitay de bulunuyordu.

Hazırlanan bu raporlardaki görüşler ve öneriler, Türklerle Irak Kürtlerinin 13-15 Nisan 2009 tarihinde Washington’da yaptıkları toplantıdaki görüşmelere ve David Phillips’in Türkiye ve Irak’taki görüşmelerine dayanmaktadır. Bu raporlar dikkatli okunursa görüş ve öneriler Büyük Ortadoğu Projesi’nin nasıl uygulanacağını anlatmaktadır. Bu raporlarda terörün çözümü için Türkiye’nin sürdürülebilir demokratikleşmesi ve aynı zamanda PKK terör örgütü liderleri ile birlikleri için af organizasyonu yapılması savunulmaktadır. Türkiye’nin sürdürülebilir demokratikleşmesi için Kürt kimliğinin anayasada tanınması ve Türklüğün kaldırılması gerektiği açıklanmaktadır. Bugün yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen komisyonun, bu önerilerin dışına çıkabileceğini düşünmek saflıktır. Siyasi iktidarın bugün uygulamaya koyduğu her şeyi bu raporlarda sırasıyla görmek mümkündür.

Hükümet üyeleri Türk milleti sözcüğünü kullanmamaktadırlar. Yapılmak istenen yeni anayasada, emperyalizmin taşeronu PKK terör örgütü Türk milleti, Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti gibi tanımlamaları istememektedir. Aynı niyet siyasi iktidarda da vardır.

Yeni anayasa adı altında bir rejim değişikliği yapılmak istenmektedir. Yakın bir gelecekte bütün eksikliklerine karşın bugünkü rejimi ve devlet yapısını arayacak duruma düşebiliriz. 12 Haziran 2011 tarihinde seçilen bu TBMM’nin mevcut anayasayı, değişmez maddeleri de dahil olmak üzere, tümüyle ortadan kaldırarak, yepyeni bir anayasa yapmasının hukukumuzun temel ilkelerine aykırı olduğu kesindir. Çünkü bu meclis dört yıl için yasama yetkisi almış ve üyeleri mevcut anayasaya bağlılık yemini etmiştir. İşte bütün bunlardan ötürü, bu meclisin yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur.

Ülkemizin bugün getirildiği durumda ya ihanetten yanasınız, ya da yurtseversiniz; bundan sonra başka seçeneğiniz kalmamıştır. Büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk’ü özümseyemeyenler ile Atatürk Milliyetçiliğini anlayamayanlar “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk Milleti denir.” ifadesi üzerinde düşünmelidirler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşayacağını bilmelidirler. Anayasamızda da yazıldığı gibi “Türk Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür.”; Ne Mutlu Türküm Diyene…


İlk Kurşun Gazetesi, 15 Nisan 2013.


İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL’DA YARGILAMA / Fethi KARADUMAN



İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL’DA YARGILAMA/ Fethi KARADUMAN


Padişah Vahdettin, 8 Ocak 1919’da bu suçluları yargılamak üzere özel mahkemeler kurdurur ve İngiltere Yüksek Komiseri Calthorpe’un 10 Ocak günlü raporuna göre; “İngilizlerin istediği her kişiyi, cezalandırmaya hazır olduğunu” bildirir.”

Yalnız Tahtının geleceğini düşünen Sultan Vahdettin, 23 Kasım 1918’de, Dailly Mail muhabirine verdiği demeçte, Ermeni olayları konusunda soruşturma açılacağını, gerekli cezaların verileceğini açıklar:
“Türkiye’de bazı siyasal komiteler tarafından Ermenilere yapılan muameleyi büyük bir üzüntüyle öğrendim. Bu gibi kötülükler ile aynı vatanın evlatları arasında baş gösteren karşılıklı kırımlar, kalbimi kırdı. … Bu olaylara yol açanların son derece şiddetli cezaya çarptırılması için soruşturma açılmasını buyurdum.”
Bir süre sonra Tevfik Paşa Hükümeti, 27 İttihatçı önderi tutuklatır. İngiliz Yüksek Komiseri Calthrope, bunun iyi bir başlangıç olduğunu Londra’ya duyurur. Tutuklamalar birbirini izler, İttihatçıların önde gelenleri, memurlar ve hatta Parti’nin illerdeki sekreterleri tutuklanır. Yurdun her yanına kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri işlemeye başlar. İlk idam, Yozgat’taki Ermeni göç olayları yüzünden BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI KEMAL BEY’e verilir. Aynı durumdaki eski Diyarbakır Valisi Dr. Reşit intihar eder. Bayburt Kaymakamı Nusret ise, daha sonra asılır. (D. Avcıoğlu)
TEVFİK PAŞA HÜKÜMETİ, 1919 YILININ İLK GÜNLERİNDE BAŞKENT İSTANBUL’DA BAZI KİŞİLERİ TUTUKLAMAYA BAŞLAMIŞKEN, İNGİLİZLER DE SINIR BOYLARINDA CEPHELERDE TÜRK SUBAYLARINI TUTUKLUYORDU. İSTANBUL HÜKÜMETİ İLE İŞGALCİLER İKİ KOLDAN İŞ YÜRÜTÜYORDU. TUTUKLAMALARLA YÜREKLERDE BİR KORKU UYANDIRARAK, TOPLUMU YILDIRMA VE SİNDİRME HAREKÂTI BAŞLADI.
İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe, 1 Şubat 1919 günü, Osmanlı Dışişleri Bakanına bir nota vererek, İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmaktan sanık 23 Türk yurttaşının İngiliz askeri makamlarına teslim edilmelerini ilk kez resmen ister. İngiliz Yüksek Komiserliği daha önceden verdikleri listeleri sözlü olarak iletirken, suçlu saydıkları kişileri, bu kez kendilerinin yargılamak üzere istemeleri üzerine, Tevfik Paşa Hükümeti, tüm işbirlikçi tutumuna karşın, devletin egemenlik hakkına ilişkin olduğu gerekçesiyle bu isteği kabul edilmez.
 Direniş askerlerden, Harbiye Bakanlığı’ndan gelir. Teslim edilmesi istenen kişilerin çoğu asker kökenlidir ve bir Türk askerinin İngiliz Savaş Mahkemesinde yargılanması egemenlik hakkını örseleyeceği gibi askeri onur açısından da kabul edilemez görülür. Kaldı ki, o günkü uluslararası hukuk çerçevesinde bile İngilizlerin bu isteminin haklı hiçbir dayanağı yoktur.
Askerlerin de karşı çıkmasıyla Osmanlı Dışişleri Bakanı Reşit Paşa, 16 Şubat 1919 günü, İngiliz Yüksek Komiserine hukuk temeline de oturtulan onurlu bir yanıt verir:
“… Belirtmem gerekir ki, Ekselanslarının bu isteğinin yerine getirilmesi, Hükümeti Şahane’nin kendi egemenlik haklarıyla doğrudan doğruya çatışır. Çünkü devletler hukukunda her devlet, kendi yurttaşlarını, kendi topraklarında işledikleri suçlardan ötürü kendi mahkemelerinde yargılatmak hakkına sahiptir.
… Ekselanslarına şunu teklif ederim: Amaç suçluları cezalandırmak olduğuna, Mütareke sözleşmesi de bu kimselerin Müttefik mahkemelerine tesliminden söz etmediğine göre, bu kimselerin Osmanlı adaletine teslimini, bunu yapabilmek için de suç eylemleriyle ilgili olarak Ekselanslarının elindeki bilgilerin bana gönderilmesini…” ister. (F.O. 371/4172/38724, aktaran, B. Şimşir)
Padişah Vahdettin, bu onurlu yanıttan 15 gün sonra Tevfik Paşa Hükümetinin yerine, İngilizlerle işbirliğini uşaklık boyutunda sürdüren, ülkesine ve ulusuna ihanet eden DAMAT FERİT PAŞA HÜKÜMETİNİ getirecektir.
DAMAT FERİT İŞBAŞINA GELİR GELMEZ İNGİLİZLERİN İSTEĞİNE BAĞLI OLARAK HUKUK DIŞI TUTUKLAMALARA HIZ VERECEKTİR.
Damat Ferit’te BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ’nde tutuklu bulunan Türk ileri gelenlerini Malta’ya sürmeleri ve isterlerse yargılamaları için İngilizlere başvuruda bulunmaktan çekinmeyecektir.
Aslında Hürriyet ve İtilaf Partisi, sırtlarını işgalci güçlere dayayarak iktidara gelmeyi ve İttihatçılardan hesap sormayı hep istemiştir. Siyasi hırslar, öç alma duyguları olaylara ortam hazırlayacaktır. İngiliz Yüksek Komiserliğinden General W. H. Deeds, 27 Şubat 1919 günü raporunda bu durumu ve amaçlarını açıkça belirtir:
“İktidara gelmemiş olan muhalefet (Hürriyet ve İtilaf Partisi), İngiltere desteğini sağlamak için birçok girişimlerde bulundu. Her gelişlerinde hep şu güvenceyi verdiler: İngiltere Hükümetinin, İttihat ve Terakki Komitesi’ni, Ermeni kırımından ve Rum sürgününden sorumlu olanları cezalandırmak istediğini bilmektedirler. Şimdiki Hükümet (Tevfik Paşa hükümeti) bunu yapamayacaktır. Kendi partileri ise yapabilecek durumdadır. Bunun için İngiltere’nin desteğini sağlamak istemektedirler.
Bu güvenceye her zaman şu karşılık verildi: İngiltere Hükümeti Yalnızca cezalandırmayı istiyor değildir; suçluların cezalandırılmalarını sağlamak niyetindedir. Bu konuda enerjik davranacak hükümeti, enerjik olmayan hükümete yeğ tutmaktadır.”
Mondros Mütarekesi’nin (Silah Bırakışması’nın) yürürlüğe girmesinin ertesinde, Ermeni milletvekilleri Meclis Başkanlığına verdikleri bir önergede göç sırasında “Bir milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü” öne sürerler. Bu savlar karşısında kimi Osmanlı yöneticilerinin suçu ve verilen abartılı sayıları kabullenmeleri ayrıca dikkat çekicidir. Örneğin, İçişleri Bakanı Cemil Bey, Moniteur Oriental’e verdiği demeçte, İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarında 800 bin Ermeni’yi öldürttüğünü, 400 bin Rum’u zorla göç ettirdiğini hatta 4 milyon Türk’ü yok ettirdiğini söyleyecek derecede aşırılıklara kaçar. (Prof. Dr. Sina Akşin)
Oysa İstanbul’da İngilizlerin isteği doğrultusunda hukuka uymayan yöntemlerle tutuklamaların başladığı sırada, yönetimdeki Tevfik Paşa Hükümeti, Ermeni savını, Avrupalı yansız yargıçlara inceletmeye karar verir. Osmanlı Hükümeti Şubat 1919’da, savaşa katılmayan, yansız gözüken Danimarka, İsveç, İsviçre, Hollanda ve İspanya hükümetlerine resmen başvurur. Bu ülkelerin her birinden deneyimli ikişer yargıcın Türkiye’ye gönderilmesini ister. Ne var ki, bu durum İngilizler tarafından uygun görülmez. Ne de olsa yansız ciddi bir yargılamada İngiliz yalanları ortaya dökülecek, gerçekler açığa çıkacaktır.
Gerçekten de İngiltere’nin Lloyd George Hükümeti, Türkiye’ye yansız yargıçlar gönderilmesini ve tarafsız soruşturma ve yargılama yapılmasını yoğun diplomatik girişimler ve baskılar sonucu engeller. Ulusal Savaşımı engellemek üzere işgalcilere özgü düşmanca tutumla tutuklamaları sürdürür.
TUTUKLAMA VE YARGILAMA OLAYLARIN PERDE ARKASINDA, İNGİLİZ İŞGAL KUVVETLERİNİN, SULTAN VAHDETTİN VE DAMAT FERİT’E BASKISI VARDIR. HÜRRİYET VE İTİLAF PARTİSİ’NİN BAZI YETKİLİLERİ DE, İTTİHATÇILARDAN İNTİKAM ALMA DUYGULARIYLA HAREKET EDERLER. Bu düşkünlük ve düşmanla yapılan işbirlikçilik, göç olayında, işlenmemiş suçlardan o günkü yöneticilerin sorumlu tutulması sonucunu doğurur.

Silah Bırakışması döneminde işbaşına gelen, emperyalistlerle işbirliği içerisindeki Osmanlı Hükümetleri, Anlaşma Devletleri’nin istediklerini yerine getirmek, ulusal direnişe engel olmak için Divan-ı Harb-i Örfi’leri kullanmışlardır. İşgalci güçlerin cezalandırılmasını istediği her kişi Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından tutuklanarak göstermelik mahkemede yargılanmak üzere BEKİR AĞA BÖLÜĞÜ’ne gönderilmiştir. İngilizler tutuklanma, yargı ve cezalandırma sürecinde etkili ve yönlendirici olmuşlardır.
İngilizlerin, Mondros’tan hemen sonra Damat Ferit Paşa’ya, Osmanlı Devleti’nin başkentinde kurdurduğu Divanı Harp, göçe emir verenlerden başlayarak önce 67 kişiyi tutuklamıştır. Bu sayı önce 144’e sonra da 1397’ye ulaşmıştır. Olaylarda ihmali görüldüğü ileri sürülen 67 kişi kanıt olmaksızın asılmıştır.
Sultan Vahdettin tarafından, 1918’de, 10 Rum milletvekilinin yanı sıra Ermeni milletvekillerinin de bulunduğu Meclisin, Âyan Reisliğine atanan Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki Hükümetine karşı olanca kiniyle ateş püskürürken, 21 Ekim 1919 günü, Ayan Reisliğine verdiği önergede; “… Özellikle Arap, Ermeni ve Rum vatandaşlarına Osmanlı tarihinde görülmedik mezalimler (zulümler, can yakmalar, haksızlıklar) yapıldığını” ileri sürerek, canilerin bir an önce pençe-i adalete (adaletin pençesine) teslim edilmelerini hükümetten ister. Ahmet Rıza, Mondros Mütarekesinin ertesi günü bunları söyler. Doğal olarak bu söyleme Türk Milletvekilleri karşı çıkar.
Bu önerge okunduktan sonra Topçu Ferik (Kolordu Komutanı, Korgeneral) Rıza Paşa: “Ya Türk kardaşlarımız!” diye bağırır. Ahmet Rıza, Ermeni ve Rum Ayan tarafından alkışlanır, kutlanır. Ermeni Ayan Azaryan özellikle teşekkür eder, kutlar. Yine Ayan’dan Damat Ferit, Aristidi Paşa gibiler de İttihat ve Terakki Partisi ile hükümetlerini Ermeni, Rum ve Arapların katilleri, canileri diye nitelendirirler.
Milletvekili İlyas Sami; 20 bin 30 bin Ermeni silaha sarılmış, Ruslara yardım ediyorlar. Van’ı basıyorlar. Çoluk çocuk Türkleri kesiyorlar. Van’ı işgal ediyorlar. Ermeni isyanı bunlara yardım ediyor. Diğer mahallelerde de hazırlanıyorlar. İnsaf ve vicdanla düşünelim. Böyle bir durum karşısında herhangi bir hükümet ne yapardı? Yapmayınız, etmeyiniz efendiler diye bu katillere, bu hainlere vaaz ve nasihat mi ederdi? Yoksa kadın, erkek, çoluk çocuk bu eli silahlı katilleri yok mu ederdi?... Ermenilerin Türklerle dolu Anavatanın bir bölümünde Türkleri yok ederek, bir Ermeni Devleti kurmak istedikleri, öteden beri bilinen bir şeydir. Böyle olduğu halde o zamanki hükümetin kabahati vatandaş tanıyarak Ermenileri silahlandırması idi. Ben hükümeti, Ermenileri tenkil (uzaklaştırma) ettiği için değil, onları silahlandırdığımdan dolayı sorumlu ve suçlu sayarım.” sözleriyle bu önergeye yanıt verir.
Topçu General Rıza, Ayan kürsüsünden;GENEL HARP İÇİNDE EN ÇOK ZULÜM GÖREN MİLLETİN TÜRK MİLLETİ OLDUĞUNU VE BÜTÜN YOKSULLUKLAR İÇİNDE ASIRLARCA OSMANLI DEVLETİ’Nİ OMUZLARINDA TAŞIDIĞINI, ONUN KADINLARINA, KIZLARINA, CANLARINA KIYANLARIN; ERMENİLERİN, RUMLARIN, ARAPLARIN NEDEN CEZASIZ KALACAKLARINI” bağıra bağıra anlatıyor, hesap soruyordu.
General Rıza, önergeye Türk kelimesinin konulmasında ısrar ediyordu. En sonunda bir formül bulundu. Buna göre önergedeki millet isimleri kalkacak yerine Osmanlı adı konacaktı. Öyle de yapıldı. Ahmet Rıza bunu kabul etti. General Rıza’ya reislik sordu: “Siz de kabul ediyor musunuz?” General karşılık verdi: “Hayır efendim, Türk kelimesinden neden bu kadar korkuluyor?”
Önerge yeni biçimiyle oy’a sunuldu. Reislik General Rıza’ya “Kabul edildi ve siz yalnız kaldınız!” dedi. General, “Zararı yok, ben Türk Milletiyle beraber kaldım” karşılığını verdi.
İşte devletin en büyük organları, milletin bahtında (yazgısında) söz söylemek yetkisinde olan en büyük kurumlarımız bu durumda bulunuyorlardı. Sallanan Osmanlı İmparatorluğu artık yıkılıyordu. Son nefeslerinde idi[i].

İşgal sırasında Osmanlı Mahkemesindeki yargılamaya tanık olan Yüzbaşı Selahattin gördüklerini anılarında çarpıcı biçimde dile getirir:
İşte bu İstanbul’da, büyük savaş yıllarında Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı (Başbakan) olan Sait Halim Paşa ve arkadaşları, savaş suçlusu ve Ermeni katliamından sorumlu olarak yargılanıyorlardı. Duruşmalarından birinde ben de bulundum. Sultanahmet’teki adliye binasında yapılan yargılama dehşet ve heyecan vericiydi. Eski sadrazam ve nazırlar sanık sandalyesine oturmuşlardı. Yargıçlar Kurulu askeri hâkimlerden meydana geliyordu. Sanıkların avukatları Celalettin Arif ve Sadettin Ferit’ti. Bu avukatların birbirini izleyen ve dörder saat süren savunmalarını dinledim. Celalettin Arif diyordu ki:
— BUGÜN HUZURUNUZDA BULUNAN İNSANLAR, VATANLARINI KORUMA GEREĞİNCE, ADINA ERMENİ KATLİAMI DENEN, AMA GERÇEKTE TÜRKLERİ KORUMA NİTELİĞİNDE BULUNAN TEDBİRLERİ ALMAMIŞ OLSALARDI, BUGÜN NE SİZ YARGIÇ NE DE BİZ SANIK SIFATIYLA OTURACAK BİR ÜLKE BULAYACAKTIK VE ŞU MAHKEME KURULMAYACAKTI.
Sadettin Ferit ise hükümetlere isyan eden unsurların başına gelenleri dünyadan örnekler vererek birer birer saydıktan sonra devam ediyordu:
— Hint’te, Mısır’da, İrlanda’da aynı amaçlı nice uygulamalar yapan İngilizler, bu işleri yapanlara kahraman demişlerdi. Biz ise suçlu diyoruz. Şunu belirtelim ki, Türk yasalarında huzurunuza sanık diye getirilenlere verilecek bir ceza yazılı değildir. Türk ulusal vicdanında bu kişiler için verilecek vicdani bir ceza yoktur. Buna rağmen Yargıçlar Kurulu bir ceza verirse, milli vicdan bunu saygıyla karşılamayacaktır. Ve tarih, müvekkillerimi büyük adamlar, vatan görevini yapmış adamlar diye nitelemekte direnecektir. Yargıçlar Kurulu’nu, düşman süngüsü altında, vicdanlarına aykırı ve ülke çıkarlarına ters karar veren bir kurul diye düşünecektir.
Doğan heyecan, halkın yakın ilgisi ve tepkisi karşısında hükümet bu yargılamaları sürdüremedi. Mahkeme bir karara varamadan İngilizler ilgilileri cezaevinden toplayıp bir vapura doldurarak Malta Adası’na götürdüler[ii].
Olaylara bakan mahkemelerin suç unsuru bulamamaları nedeniyle yargılamalar aylarca sürmüş, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinin topluca ve işgalci güçlerin istediği biçimde cezalandırılmaları halkın da tepkisi üzerine mümkün olamamıştır. Bu durumdan rahatsızlık duyan Damat Ferit, 5 Nisan 1920’de dördüncü kez geldiği Sadrazamlık görevi sırasında NEMRUT MUSTAFA PAŞA DİVANI HARBİ OLARAK BİLİNEN OLAĞANÜSTÜ YETKİLERE SAHİP YENİ BİR DÜZMECE MAHKEME KURDURMUŞTUR.
Bu Mahkeme, 26 Nisan 1920’de yayımladığı Divanı Harplerin Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki bir kararname ile sanıkların savunma ve avukat tutma haklarını ellerinden almıştır. Ayrıca Mahkeme halka açık olmayacak ve kararları temyiz edilemeyecektir.
Anılan Mahkemede, sanıklar hakkında Ermeni ve Rum tanıkların suçlayıcı ifadelerinin gerçek olup olmadığı incelenmeden kanıt olarak değerlendirilmiş, yalancı tanıklar ve önyargılarla, hukuksuz biçimde yapılan yargılamalar sonucunda, sanıklar için -adalete aykırı ve haksız olarak- idam da içinde olmak üzere değişik cezalar verilmiştir.
Sevr anlaşmasının 7. maddesine dayandırılarak göç (tehcir) olayının sorumluları yargılanmıştır. Ne var ki, işgalci emperyalist güçlerin kontrolü altında bulunan Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da tüm belgeliklerin araştırılmasına karşın, suça konu olacak kanıt olmadığından açılan davalar aklanmayla sonuçlanacaktır. Bu arada birçok Osmanlı devlet adamı ve yöneticisi suçsuz yere ya asılacak, ya da hain pusularda saldırıya uğrayarak öldürülecektir.

ERMENİ SORUNU (ENTRİKACININ KOMPLOSU) – Fethi KARADUMAN



[i] M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, s.285–286–287–288
[ii] İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, k. II. s.35–38