8 Kasım 2013 Cuma

2011 Seçim Sonuçları’ CHP’nin Büyük Günahı



20 Haziran 2013 itibarıyla, Gezi Direnişi’nin tutuşturduğu ateş vatanın dört bir yanını sararken CHP’nin durumu nedir? CHP, olayların başlamasına kadar AKP iktidarına karşı etkili bir muhalefet gösterememiştir. Gezi olayları boyunca da ortaya doğru dürüst bir varlık koyamamıştır ve olayları geriden takip etmektedir. Halkın isyanının, sokaklara dökülerek hakkını aramak istemesinin etmenlerinden biri de, CHP muhalefetinin bu yetersizliğidir.
CHP’nin cılızlığı büyük ölçüde parti genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun eseridir. Kılıçdaroğlu en basit söylemle, liderlik yetenekleri olmayan, halka önderlik ve yol gösterme konusunda yetersiz, çapsız biridir. Kendisi, CHP’yi Kemalizm ilkelerinden uzaklaştırmış, Atatürkçü kadroları safdışı bırakarak üst yönetimi Kürtçü, liboş ve mezhepçilerle doldurmuştur. Kemal Kılıçdaroğlu bir taraftan  dostlar alışverişte görsün misali kürsüde AKP’ye eser gürlerken, öbür taraftan CHP AKP ile TBMM’de anayasa uzlaşma komisyonunda, başkanlık divanında ve ihtisas komisyonlarında işbirliği yapmaktadır. CHP, ülkenin bugün geldiği uçurumun kenarında yapabileceği en doğru hareket olan sine-i millete dönmeyi aklından bile geçirmeyip, Türkiye Cumhuriyeti’nin ölüm fermanı olacak olan bölünme anayasasının hazırlığında AKP ile gayet güzel çalışmaktadır.
Bütün bunların ötesinde CHP’nin en büyük günahı, 2011 genel seçiminin hileli sonuçlarına itiraz etmemesidir. AKP’nin 2011 seçimleri türlü dalaverelerle aldığını sağır sultan bile duymuştur (bkz. http://www.odatv.com/n.php?n=akpnin-oyu-yuzde-30un-altindadir-1606111200).  Birden bire 10 milyon artan seçmen sayısı, oy sayımı sırasındaki elektrik kesintileri, tespit edilen sayısız usulsüzlük ve sessiz sedasız kaldırılan parmak boyama işlemi 2011 seçim sonuçlarını tamamen şaibeli bir hale getirmiştir. AKP, yeni uygulamaya koyduğu elektronik seçim sisteminde sonuçları kendi lehine manipüle etmiş ve sözde %47 ile TC hükümeti iktidarını gasp etmiştir.
Türk Milleti açısından esas korkunç olan, CHP’nin milli iradenin bu şekilde çalınmasına sesini çıkarmamış ve hileli seçim sonuçlarını kabul etmiş olmasıdır. Bu CHP’nin Türk Milletine karşı işlediği en büyük günahtır, en ağır suçtur. Kılıçdaroğlu CHP’si bu şekilde, AKP diktatoryasının kuvvetlenmesine destek sağlamış, AKP ve Erdoğan’a uygulamaya koydukları İslamcı faşist programı haklı çıkarmak için tepe tepe kullanmakta oldukları ve onlara ‘legitimacy’ sağlayan ‘biz yüzde elli oy aldık’ söylemini altın tepside bahşetmiştir. Bu stratejik hata Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki CHP’nin nasıl bir delalet içinde olduğunu göstermektedir. CHP’nin bu hatasını asla ikrar etmemiş olmakla kalmamasının üzerine, AKP ile TBMM çatısı altında çeşitli türde işbirliğine girmesi yaraya tuz basmıştır. Kemal Kılıçdaroğlu bu durumdan birinci derecede sorumludur. Zaten kendisi parti liderliğine Baykal’ın bir CIA komplosu ile safdışı edilmesiyle yükselmiş bir oportünisttir. Onun CHP’nin başında olması Türkiye’yi istkrarsızlaştırmak ve bir İslam cemahiriyesine dönüştürmek isteyen dış mihrakların işine gelmektedir.
Gezi Direnişi’nden AKP’den daha çok CHP’nin ders alması gerekmektedir. CHP içindeki milliyetçi, yurtsever, Atatürkçü kadroların partinin üzerine çöreklenen Kılıçdaroğlu ve ekibini defetmeleri, Atatürk ilkelerine ve milliyetçiliğe iman tazelemeleri ve partinin başına Türk Milleti’ni Kurtuluş Savaşı’ndaki gibi tekrar şaha kaldıracak bir önder getirmeleri gerekmektedir. Ülkemizi imha etme planını kararlılıkla yürürlüğe koymuş olan AKP illetini yok etmenin başka yolu yoktur. Şayet CHP bunu gerçekleştiremezse, yurdumuzu bir iç savaş beklemektedir.

KÜRDİSTAN’I ANKARA’DA KURDURMAK



Askerliğini Nusaybin’de yapıp, dönen askerin söylediği şu:

“Artık karakollara bile bayrak asamıyoruz!..”

Bayramda Kahramanmaraş’a giden bir aile de Türkçe konuştukları için kendileriyle alay edildiğini anlattı.

Bugün yaşananlar, bu vahim manzarayı tamamlıyor.

Hakkari’den 1 Uzman Çavuş’un şehit haberi geldi. Allah rahmet eylesin.

Mardin Nusaybin’de PKK-BDP’liler kalkışma provası yapıyor. Sözümona Suriye sınırına inşaa edilen duvara karşı çıkan PKK-BDP’lilerin açtığı pankart her şeyi özetliyor:

“Ne Lozan ne duvar bizi ayıramayacak...”

Şunlar da kalkışma provasındaki konuşmalar:

Ertuğrul Kürkçü: 1914'te çizilen sınırlarla Kürdistan dörde bölündü. Kürdistan'daki halklar uyandı ve uyandığını dünyaya ilan etti. Kürtleri ayıran sınırları hiçbir zaman kabul etmediniz. Dünyada sınırlar kalkarken, Kürdistan'ın sınırlarla birbirinden ayrılması doğru değil.

Ahmet Türk: Bugün dört parça Kürdistan'ın, birleştirilmesi aşamasındayız. Kürdistan'a özgürlük aşamasındayız. Dört parça Kürdistan, özgür ve demokratik bir yaşam istiyor. Bu talepler elde edilinceye kadar mücadele edeceğiz. Bu yüzyıl Kürt halkının yüzyılıdır.

Selahattin Demirtaş: Kürtler özgür yaşamak istiyor.Türk Ordusu giremediği için Suriye'de çeteler eliyle savaş yürütüyor. Baktılar ki oradaki devrimi durduramıyorlar, baktılar düne kadar terörist dedikleri halk, kendi düzenini kurmuş, bu kez duvar ve perde çekmeye çalışıyorlar. Bizler eğer bunu kabul edersek, 100 yıl önce yaşananlar tekrarlanacaktır. Bedeli ağır mı olur? Bunu düşünmeyeceğiz. Çünkü kendi toprağımızda köle olarak yaşamayacağız. Biz sınırları kabul etmeyeceğiz. Kobani ve Kamışlı neyse, Kızıltepe ve Nusaybin odur.

-KÜRDİSTAN’I ANKARA’DA KURDURMAK-

Gelelim büyük fotoğrafa:

AKP iktidarının da desteğiyle Barzani Erbil’de “Kürt Konferansı” düzenleyip, “dört parçayı” liderliğinde birleştirecekti. Ancak PKK paylaşımda büyük pay isteyince, konferans tam 3 kez ertelendi.

İktidar yandaşı Yeni Şafak’ın haberine göre, “Ankara Kürt gruplar arasındaki tıkanıklığı gidermek” için devreye girmiş. Ertelenen konferansın ilk ayağı Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi öncülüğünde 9-10 Kasım’da Ankara’da yapılacakmış.

Seçilen tarihe bakın, yeter!..

Acaba Ankara Barzanici mi, Öcalancı mı?

-Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları-

Eş zamanlı Kıbrıs ve Ermenistan cenahında gelişmeler var.

Kıbrıs konusunu ayrıca yazacağım, ama Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, “Kıbrıs’ta tarih yazdık” demesi yeterli. “Tarih yazmanın” ne anlama geldiğini artık gayet iyi biliyoruz.

Davutoğlu’nun Ermenistan’la ilgili önemli açıklaması ise şöyle:

“2015’e yönelik çalışmalarımız son sürat devam ediyor. Bizim talebimiz Karabağ’dan çekilmeleri. O konuda bir gelişme bekliyoruz. Eğer gerçekleşirse, hem sınır kapısı açılır, hem de demiryolu açılır ve bir sürü ilişkiler gelişir. Ama bunu Azerbaycan ile yapmayı istiyoruz. Azerbaycan’ı ikna edebilirsek, bir sürpriz yapabiliriz."

Ermenistan, Türkiye'den toprak talebinden, "soykırım" iftirası için özür ve tazminat şartlarından vazgeçti de bizim mi haberimiz olmadı ki, ilişkilerin normalleşmesi bir tek "Karabağ"a bağlanıyor?

Siz hâlâ Türkiye’nin türbana dolandığını ve öğrenci evlerinin ayrılması çalışmalarının yapıldığını mı zannediyorsunuz?!.

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler

Müyesser Yıldız

Kapitalizm ve Din 'Allahümme 'ADAM SMITH' Veleddalin'



Tanrı hepimizi, başta Müslüman'ın 'Allah'tan korkmayanından', sonra şeriatçı Hıristiyan'dan, mürteci Yahudi'den, kısaca parayı tanrılaştıran 'Kapitalizm dininden' ve onun para babası peygamberlerinden korusun!..

Kapitalizm ve Din
'Allahümme 'ADAM SMITH' Veleddalin'

«Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»

Sağ olsun Celil Denktaş. 2 Nisan 2012 tarihli Cumhuriyet'teki yazısında kadın sorununa din, sınıf, emek, sömürü açısının yanında mülkiyet açısından, ya da dine kadın ve kapitalizm açısından bakmak gerektiğini bir kez daha hatırlatmış ama ilginç bir yöntemle... Avrupa Batısı'nın (Batı'nın Amerika'sı da var) vahşi Ortaçağına, Engizisyon, «cadı avı» dönemine gitmiş. 250 yıl içinde büyük çoğunluğu kadın olan 9 (dokuz) milyon insanın Katolik Kilisesi = Papalık tarafından işkencelerle, çoğu yakılarak öldürüldüğünü; yüz binlercesinin sakat bırakıldığının, evinden, yurdundan, toprağından sürüldüğünü aktarıyor.

İşkence görenlerin çok büyük kısmını oluşturan kadınlar, çok kaba kestirme bir ifadeyle «kafir» olduklarını itirafa zorlanmışlar. İtiraf edince kurtulmuşlar mı? Hayır. Yine yakılmışlar veya başka şekilde öldürülmüşler.

Ancak bazıları kurtulmuş. Hem de itiraf ettikleri halde kurtulmuş. Nasıl olmuş bu?

Ezici çoğunluğu kadın olan bu insanların bir kısmının bir miktar tarlaları tapanları, evleri, bağları bahçeleri var. Belki o günün koşullarına uygun küçük imalat atölyeleri, ticarethaneleri var. İşte bu mal ve mülklerini KİLİSE'ye, hem de noter senediyle bağışlamışlar; sürgüne razı olmuşlar. Bu engizisyon işkencelerinde bir de noter hazır bulunduruluyormuş, böylesi durumlar için!..

Ama genel manzaraya bakıldığında kadın daha çok evde tutulmuş. Dışarı çıkarılmamış. Ev dışında çalıştırılmamış, sosyalleştirilmemiş, hele hiç siyasileştirilmemiş. Çünkü onlar öncelikle seks objesi olarak, çocuk bakıcısı olarak, mutfak, tarla, ahır, saray hizmetçisi olarak lazım. Onlar, erkeklere göre daha az ölmüş, öldürülmüş, ama anca evde oturarak, mülk, servet sahibi olmayarak... Bir de odalık, cariye, köle adı altında cinsel köleliğe katlanarak...

Bugün de «üç çocuk» diye tutturulmasının, imam hatiple kimlik verilmek istenmesinin nedeni bu. Üç çocuk, «evde otur» demek. İmam hatip, türban doktor, avukat, mühendis, siyasetçi olacaksan bile, türbanla ol; evde oturandan farkın olmasın demek.

Ne zaman engizisyon işkencelerine uğramış kadın? Bu sınırların dışına çıktığı, iş güç, mal mülk, nihayet söz ve kimlik sahibi olduğu zaman... Kendileri parayı adeta tanrılaştıranların, rakip kabul etmemesinde şaşılacak yan yok.

Kadın dediğiniz de, önünde sonunda dünya nüfusunun yarısı... Nominal, aritmetiksel olarak üç buçuk milyar!!!... Kalan üç buçuk milyar, erkek... Ama tepedeki birkaç bin kişi ve kurum bu üç buçuk milyara bile, pastayı daha fazla paylaşmamak için etmediğini koymuyor; bir de yeni üç buçuk milyar rakip ister mi?..

Peki Kilise; bugün resmen BM üyesi, dünyanın hemen her ülkesinde, bu arada Türkiye'de de büyükelçiliğe sahip, sembolik de olsa bir devlet olan PAPALIK, Vatikan bu vahşeti niye uygular, niye uygulamıştır?..

Birinci amaç yönetmek... Çünkü o dönemde koca Avrupa'nın en güçlü ve «total» iktidar sahibi, senyörler, prensler, dükler, kontlar, krallar değil KİLİSE... Senyörlerin, prenslerin vb., en çok kendi alanlarında sözü geçiyor; ki bu bile Kilise'nin sözünden sonra geliyor. Onların boynu bile Kilise karşısında kıldan ince. Ama Kilise'nin otoritesi sınır tanımıyor. Bütün Avrupa'da etkin... Ve bu iktidar dehşet verici faşist ve bağnaz bir terörle yürütülüyor.

İkinci amaç ise çok açık... Mülk edinmek... Mülklerini çoğaltmak...

Vatikan, hala dünyanın en büyük taşınmaz mal zenginlerinden biri... Vatikan'ın dünyanın her yerinde, buraya dikkat, sayısız şirketi, gazetesi, televizyonu, hatta belki bankası da var. Ünlü p2 Mason locasının kirli paralarını aklayan Vatikan Merkez Bankası bile yeter. Aynı zamanda Vatikan devlet Başkanı olan, bundan önceki Papa II. Paul, bu kirli para aklama operasyonu ayyuka çıkıp, gizlenemez hale geldiğinde, İtalyan mali polisince uyarılıp, merkez bankası başkanını görevden almaya kalkınca vurulmuştu Mehmet Ali Ağca tarafından.

Ağca demişken, Türkiye'ye gelelim. 1999 Marmara depremi sırasında ABD Başkanı Clinton resmi ziyaret için Türkiye'ye gelirken uğradığı bir Avrupa zemininde «Hıristiyan camiaya mesaj iletmek istediği zaman karşısında Papalık gibi bir muhatap bulabildiği halde Müslüman dünyada böyle bir muhatap bulamadığından» yakınmıştı.

Sonra, Fetullah Gülen'in Vatikan'ı ziyaret edip Papa ile görüştüğünü öğrendik. Daha sonra, sadece bizim değil ABD dahil Batı'nın pek çok gazetesinde dergisinde Gülen cemaatinin muazzam servetinden, okullarından, gazetelerinden, televizyonlarından söz eden yazılar okuduk, önemli kısmını da biliyoruz.

Hıristiyanlığıyla, Müslümanlığıyla, Museviliğiyle, Budizmiyle, Şintoizmiyle, Hinduizmiyle dinin bu servet-mal-mülk manzarasındaki rolühiç değişmiyor. Denebilir ki, «Kapitalizmin en büyük silahlarından biri, belki birincisi dindir, din olmuştur...»

Napoléon Bonaparte ne güzel itiraf etmiş: «Din olmazsa bir devlette düzen nasıl korunabilir, askerler nasıl ölüme gidebilir? Toplumların yönetimi eşitsizlik temelinde işler; Oysa din olmadan servet eşitsizliğini sürdürmek de mümkün değil. Açlıktan ölmekte olan birine bile, bu durumu kabullenebilmesi için, bir makamın «ne yapalım Tanrı'nın isteği böyle» demesi gerekiyor...»

Karşılaştırıldığında kadim Hıristiyan Vatikan'ı ile taze Müslüman Vatikan'ı arasında hemen hiçbir fark yok. Çok genç olmasına rağmen Müslüman Vatikan'ı, ağabeysini neredeyse birebir taklitte hiç vakit kaybetmemiş, hele ondan çok geri de kalmamış.

Fetullah Cemaati kurumsal olarak müthiş zenginleşti; onun da bankalarda bolca nakit parası, muhtemeldir ki dudak uçuklatacak miktarda gayrimenkulü, belki fabrikaları; bu arada çokça televizyonu, gazetesi var. Buyurun size Müslüman Vatikan'ı...

Ancak Hıristiyan Vatikancılarında da bu böyle mi bilinmez, ama Müslüman Vatikancılar aynı zamanda bireysel olarak da çok sayıda Karun yarattılar; tayyiperdoğan'ın «hamdolsun kendi sermayemizi yarattık» demesinde görüldüğü üzere.

Hem de ürkütücü, hatta iğrendirici bir görgüsüzlükle...

Gelelim yazının başlığına: «Allahümme «Adam Smith» Veleddalin...»

Yıllar önce, dediysek de altı yedi yıl kadar önce Cumhuriyet'in ikinci sayfasının ortasında okuduğumuz bir yazının başlığıydı bu. Adam Smith, biliyorsunuz, kapitalizmin fikir babası sayılan İngiliz iktisatçı ve düşünürdür. İmzasına daha önce ve bir daha hiç rastlamadığımız, şimdi de hatırlayamadığımız değerli yazar, yazısında öz itibariyle şunu söylemek istiyordu: «Eşitliği, kimsenin kimseyi ezip sömürmemesini amaçlayan bütün semavi dinler, peygamberlerinin ölümünden sonra, onlara yakın görünen takipçilerince sömürünün kaynağı olan paranın, kapitalizmin aracı haline getirilmiştir.»

Bütün göksel dinler zayıfı, ezileni, sömürüleni korumak, eşitlik ve adaleti sağlamak üzere geliştirilmiş. Çünkü o dinlerin geliştirildiği o dönemin toplumlarında zayıf çok zayıf, ezilen çok, sömürülen daha da çok; ama adalet ve eşitlik neredeyse hiç yok. Bu nedenle bu dinlerin hepsini birer toplumsal devrim saymak lazım... Üçü de orta veya orta-alt sınıf mensubu olan peygamberlerini de devrimci... Bu peygamberlerin bu eşitliği sağlamadaki önemli yöntemlerinde biri kamuculuk, diğeri mülkiyetsizlik değilse bile sınırlı, hatta hayli sınırlı mülkiyet... Elbette işin hukuk boyutu da var.

Tabi, üç bin yıl önce Musa, iki bin yıl Önce İsa, bin beş yüz önce Muhammed döneminde sandık demokrasisi, parlamento yok ki bu peygamberler bugünkü sahte peygamber taklidi diktatörler gibi, kendilerini, kararlarını, uygulamalarını «milli irade... bizi halk seçti» şımarıklığıyla meşrulaştırsınlar... Ancak «Tanrı böyle istiyor» diyebiliyorlardı. Tek meşruiyet kaynakları din ve Tanrı idi.

Bakın İsa'ya... Bir garip derviş desek yeridir. Aslında bir Yahudi Haham... O sırada Filistin, Roma İmparatorluğunun bir eyaleti. Başında bir Romalı vali var. Ama iç yönetim tamamen Yahudi önde gelenlerden oluşan bir Meclise bırakılmış. Bu meclis bir takım yolsuzluklar, haksızlıklar, adaletsizlikler yapıyor; eşeği üzerinde köy köy dolaşıp vaaz veren İsa da bu olumsuzlukları eleştiriyor. Bu eleştiriler Meclisin kulağına gidince, önce uyarılıyor. İsa vazgeçmeyince homurdanmalar artıyor. Sonunda İsa hakkında ölüm cezası veriyor bu Meclis. Romalı Valiye gidip durumu anlatınca, umurunda mı bir gariban İsa, «iyi öldürün öyleyse» diyor.

İsa'nın aklında ne bir yeni din yaratmak, ne papazlar, kiliseler, ne bir Papalık kurmak... hiç biri yok. Ortada bir İncil filan da yok. O, bir Musevi olarak çarmıha gerilmiş. Kuvvetle muhtemel, hatta kesin ki anası da, babası da belli.

Ama onun ölümünden sonra, sağlığında İsa'ya etmediği bırakmamışlardan bir uyanık Sen Pol çıkıyor ve arkası geliyor. Pagan Roma'dan çok çekseler de kiliseler oluşuyor, manastırlar oluşuyor, keşişler, papazlar, piskoposlar, başpiskoposlar, kardinaller peydah oluyor. Yüzlerce, belki binlerce İncil yazılıyor, bildiğimiz, bizim gibi insanlar tarafından «Tanrı buyruğudur» diye...

Son nokta bugünkü gayrimenkul trilyoneri, sayısız şirket, gazete, televizyon sahibi Vatikan...

Musa'ya, Museviliğe geçelim... Bulundukları toplumun rejimince ağır zulme uğrayan halkını göç ettirerek kurtaran bir Musa var. Ama bu halkın da bir takım yozlukları, ahlak dışılıkları var. Kişisel öğütlerle bunları aşamayınca, bir gün «Tanrıyla görüşmeye gidiyorum» diye bir dağa çıkıyor. Elinde «on emir» dediği, on tane Tanrı buyruğuyla geliyor. «Bunlara uymazsanız Allah sizi taş yapar» mealinde kestirip atıyor. On emir dediği, öldürmeyin, çalmayın, çırpmayın gibi gayet akli, insani gereklilikler... Al sana Musevilik...

On tane akli uyarı, nerden baksanız A4 kağıtla anca bir sayfa tutar. Ama bugün ortada Tevrat diye yüzlerce sayfalık koca bir kitap var. Ama daha önemlisi bir da Yahudilik var. Siyonizm diye bir şey var. Daha ileri giderseniz Illuminati var, tapınak şövalyeleri var... Ve nihayet muazzam bir para tutkusu ve servet birikimi var; müthiş bir hükmetme hırsı var. İsrail'den söz etmiyorum. Çünkü o bile sadece bir tetikçi, bir koçbaşı... Çünkü o servet birikimi öyle ustaca bütün dünyayı sarmış, özellikle Amerika'yı öyle bir tahakküm altına almış ki, sadece para ve servet tekelini elinde tutmak amacıyla siyasi, toplumsal, ekonomik, hatta kültürel düzenleri, sistemleri bile, gerekirse öldürmek, kan dökmek, savaşlar, dünya savaşları çıkarmak pahasına alt üst edebiliyor. Darbeler ve hükümetler devirmek artık basit oyunlar...

Gelelim Muhammed Peygambere ve Müslümanlığa... Müslümanlık ve Hazreti Muhammed öncesi Arap toplumu tam bir «altta kalanın canı çıksın» toplumu. Koçları, Sabancıları, Şahenkleri, yahut Rockefellerleri var, dolayısıyla hukuk, adalet filan da hak getire olduğu için, birinci sınıf(!) bir sömürü vahşeti var. Tarım ve sanayi yok derekesinde. Gelir kaynağı neredeyse sadece ticaret, bir de savaş ganimeti... Ama bunlar da zamanın sömürgeni olan Ebu Süfyan ve benzerlerinin elinde toplanıyor.

İşte Peygamber, aynı zamanda devlet ve hükümet başkanı, hatta kurucusu olarak (çünkü öncesinde belki bir iktidar grubu var ama, devlet mevlet yok, hukuk, adalet hiç yok) Hazreti Muhammed'in ilk yaptığı iş, bu gelirlerin Beytülmal adını verdiği bir ortak havuzda, yani devlet hazinesinde toplanmasını, sonra da ihtiyaçlara göre, çalışma, emek ve yararlılığın dikkate alındığı bir eşitlik içerisinde dağıtılmasını sağlamak oluyor.

Kız çocukların doğar doğmaz, diri diri gömülmesini yasaklıyor; üstüne de mirastan erkeklere göre yarı eksik de olsa pay almalarını sağlıyor. Bunlara, hele 1500 yıl öncenin koşullarında devrim denmezse ne denir? Kız çocuklarına sağlanan yaşam ve kadınlara sağlanan miras hakkı, Atatürk'ün Cumhuriyet devrimlerinin odağına «kadını» ve laikliği yerleştirmesini hatırlatmaz mı? Çünkü cahiliye dönemi pagan Arap egemenleri de, kadına layık gördükleri muameleyi «din» le açıklıyordu.

Müslüman Peygamberi de ölür ölmez, en yakınındakilerin can acıtıcı alçaklığına maruz kalmış. Cenazesi, kızı, damadı, torunları ve azad ettiği eski bir kölesinden oluşan beş kişi tarafından yıkanıp defnedilmiş. «En yakınındaki diğerleri» ise Ömer'in evinde «kim Halife olacak» kavgası için toplanmışlar...

Peygamber, damadı Ali'yi sağlığında halefi olarak işaret ettiği halde Ebubekir halife «seçilmiş» (!)... Ali, en son dördüncü halife. Çünkü Ali en baştan, Peygamber'in vasiyeti gereği Halife olsaydı, Peygamberin devlet ve toplum düzenini aynen devam ettirecekti; Peygamber de bu nedenle onu halife olarak işaret etmişti. Bu da zamanın sömürgenleri Ebu Süfyanların hiç işine gelmiyordu. Zaten Ali'yi de, oğullarını da (ki aynı zamanda Peygamberin torunları idiler) çok yaşatmayıp öldürdüler.

Neden?.. Mülk ve servet birikimi için, bunları kitlelerle paylaşmamak için, nihayet iktidarlarını korumak için...

Yani bu üç peygamberin kurmak istediği adil, eşitlikçi, kamucu, toplumcu düzenler, onların ölümünden hemen sonra, en yakınında bulunup, «en yakını» görünen insanlar tarafından iğdiş edilmeye başlandı. Onlara, bizim açımızdan özellikle Muhammed Peygamber'in devrimci düzenine karşı bir karşı devrim süreci başlatıldı, tıpkı Atatürk'e ve Cumhuriyet'e olduğu gibi...

Yeter ki mülk ve servet birikiminde, dolayısıyla iktidar sahipliğinde eksen kaymasın...

Siz, bizim yeni Müslüman Vatikancıların ağzından Müslüman Peygamber'inin adını duyuyor musunuz? Hangi sıklıkta duyuyorsunuz? Kurumsal (cemaatsal) ve bireysel olarak bu kadar hırsla ve Beytülmalı hırsızlayarak kısa sürede büyük servetler edinmiş bir güruhun Muhammed'e içten bir sevgi ve saygı duyması beklenebilir mi?

Onlar sadece Atatürk'e ve Cumhuriyet'e karşı değil, Hazreti Muhammed'e ve onun devrimci, eşitlikçi, kamucu, mülkiyeti sınırlayan İslamiyet'ine karşı da bir «karşı devrim» yürütmektedir. Hazreti Muhammed Devrimcidir, İlericidir; ama onlar ilkel ve gericidir, zalimdir, hırsızdır.

İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri'nin casusu A. Ryan 1919'da:

"Amacımız bölmek ve hükmetmek olmalıdır. Biz gerçek ideali «din'miş gibi davranacak çıkarcı bir grubu, idareci olarak takdim etmeye çalışacağız» diyordu.

2012'de durum hiç farklı değildir, emperyalizm o gün temenni olarak dile getirdiğini bugün açıkça ve önemli ölçüde gerçekleştirmiştir, «ideali «din» miş gibi davranacak, çıkarcı bir grubu idareci diye takdim» ederek!..

Bilmem, başlıktaki «Allahümme ADAM SMITH Veleddalin» i yeterince izah edebildik mi?

Tanrı hepimizi, başta Müslüman'ın «Allah'tan korkmayanından», sonra şeriatçı Hıristiyan'dan, mürteci Yahudi'den, kısaca parayı tanrılaştıran «Kapitalizm dininden» ve onun para babası peygamberlerinden korusun!..

Ali Tartanoglu


7 Kasım 2013 Perşembe

AKP DİKTATORYASI TÜRKİYE’Yİ “METAL FIRTINA”YA HAZIRLIYOR-AKP’NİN TÜRKİYE 2030 MASTER PLANI

AKP’NİN TÜRKİYE 2030 MASTER PLANI


Turkey Divided in Three Sectors in 2030
AKP’nin stratejik liderliğinin (Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Ahmet Davutoğlu) Fetullah Hoca cemaati ve bazı yabancı istihbarat kuruluşlarının desteği ile Türkiye için hazırladığı 2030 master planı basına sızdırıldı. Bu plana göre Türkiye Cumhuriyeti’nin 2030 yılına kadar üç parçaya ayrılması öngörülüyor: merkezi bir İslam cumhuriyeti, Doğu Anadolu’da bir Kürt cumhuriyeti ve Boğazlar ve İstanbul’u kapsayan uluslarası serbest ticaret bölgesi.
İstihbarat kaynaklarına göre, AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesinden bu yana, master planın gerçekleştirilmesi için ideal konjonktürel ortam oluştu. İlk etapta, laiklik karşıtı Fetullahçı kadroların başta içişleri ve milli eğitim olmak üzere, TC’nin tüm kurumlarına ve devlet bürokrasisine sızması ve yerleştirilmesi gerçekleşti. Daha sonraki etapta yargı, basın, üniversitelerin ele geçirilmesi ve en son olarak ordunun etkisizleştirilmesi adımları uygulamaya konuldu. En önemli adım olan ordunun nötralize edilmesi operasyonu, önceleri AB’ye uyum ve demokratikleşme adı altında yürütülürken, AKP’nin beyin takımı son zamanlarda daha agresif bir tutumla Ergenekon soruşturması bahanesiyle, doğrudan Genelkurmayı ve ordunun üst kademelerini hedef tahtasına yerleştirdi. Fetullah liderliği ise ordunun etkisizleştirilmesine etken destek vermekte.
Dış devletlerin Türkiye’deki bu kökten değişime sessiz kalmaları karşılığında, AKP liderliğinin Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın ve İstanbul’un Hong Kong ve Dubai türü uluslararası ticaret ve ulaşıma açık bölgeler olarak bir “Boğazlar Komisyonu” yönetimine bırakılmasını kabul ettiği, fakat Boğazların idaresinde Anadolu’da kurulacak İslami devletin de söz sahibi olmasında ısrar ettiği belirtiliyor. 1924te kaldırılan İslam hilafeti de İstanbul merkez olmak üzere diriltilecek. Halifeliğin yeninden tesisinin, özellikle Fetullah liderliğinin TC’nin çöküşü sonrası planlarında en önem verdiği konu olduğu belirtiliyor.
2030 Master Planı’na göre kurulacak bağımsız Kürt cumhuriyeti Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin tamamını kapsayacak. Bunun dışında, Kürtlerin Akdeniz’e çıkışını sağlamak amacıyla Hatay ili ve İskenderun limanı da bu cumhuriyete bırakılacak. Bunun karşılığında Kürt bölgesinde kalan Dicle ve Fırat üzerine kurulu hidroelektrik santrallerde üretilen elektriğin Anadolu İslam Cumhuriyeti’ne dünya elektrik piyasasındaki rayiç fiyatın yarısı birim ücretle satışı öngörülüyor. Türkiye Kürtleri ve Kuzey Irak Kürtleri arasındaki derin  zihniyet ve demokratik gelenek farkları nedeniyle, Türkiye Kürdistanı’nın Kuzey Irak’taki oluşumdan ayrı bir yapı olarak varolması gerektiği ve böylece birbirinden bağımsız iki tane Kürt devletinin mevcut olması planlanıyor.
2030 planının uygulanması çerçevesinde Türk ordusunun savunma planlarının elegeçirilmesi ile ilgili olarak lütfen http://turkeyexposed.wordpress.com/2010/01/30/akp-diktatoryasi-turkiye%E2%80%99yi-%E2%80%9Cmetal-firtina%E2%80%9Dya-hazirliyor/ postumuza bakınız.
AKP 2030 Türkiye Master Planı Bölüm 2ye bu linkten ulaşabilirsiniz: http://turkeyexposed.wordpress.com/2012/01/15/akpnin-2030-turkiye-master-plani-ii/

AKP DİKTATORYASI TÜRKİYE’Yİ “METAL FIRTINA”YA HAZIRLIYOR

Saturday, January 30, 2010
Türk Ordusunun Savaş ve Seferberlik Planları Fetullah Yardımı İle ABD’ye Servis Edildi. Amaç: Türkiye’nin İşgali Sırasında TSK’nin Savunma Gücünü Çökertmek
TSK’ya karşı AKP ve Fetullah örgütü tarafından ilan edilen ve cumhuriyet düşmanı basın ve yazarlar tarafından körüklenen ‘psikolojik cihat’tan sonra şimdi sıra, Türk ordusunun savunma yeteneğinin fiziksel olarak zayıflatılmasına geldi. Bu bağlamda planlanan en son operasyon çerçevesinde, AKP liderlik kadrosundaki Bülent Arınç’a yönelik sözde suikast iddiaları bahanesiyle ordunun savunma ve seferberlik planlarının elegeçirilmesi ve bu planların ABD’de üslenmiş Fetullah örgütü vasıtasıyla bu ülke istihbaratına iletilmesi gerçekleşti.
19 Aralık 2009’da, AKPKK öndegelenlerinden ve azılı TC düşmanı Bülent Arınç’a suikast iddiasıyla bir albay ve bir binbaşı gözaltına alındı. Olaydan hemen sonra, bir hakim ve emrindeki polisler soruşturma bahanesiyle Seferberlik Tetkik Kurulu’nun ‘kozmik odaları’nda araştırma başlattılar. Bu odalarda Türk ordusunun, ülke işgal edildiğinde uygulamaya koyacağı seferberlik ve düşmana karşı direniş planları saklanıyordu. Aramaları yöneten Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Kadir Kayan ve ekibi, bu çok gizli planları bir güzel incelediler. Araştırma günlerce sürdü ve yüzlerce sayfa not tutuldu. Ocak 2010 sonu itibarıyla Arınç’a suikast iddiası olayından bir aydan fazla bir süre geçmiş oldu, fakat hiçbirşey bulunamadığı gibi tüm tutuklular salıverildi. Kozmik odalardan da hiçbirşey çıkmadı—Türk ordusunun savunma planları haricinde tabii…
Zaten amaç da buydu, bu gizli planlar, birkaç yıl önce kamuoyunda büyük yankı getiren “Metal Fırtına” kitabındaki Türkiye’nin ABD tarafından işgali senaryosu temel alınarak güncellenmiş, böyle korkunç bir durumda Türkiye’nin ezici bir askeri güç karşısında kendini nasıl savunacağı ayrıntılı bir biçimde tasarlanmıştı. AKP’nin 2030 yılı Master Planı’nın öngördüğü TC’nin tasfiyesi çerçevesinde (bkz. http://turkeyexposed.wordpress.com/2009/12/26/akp%E2%80%99nin-turkiye-2030-master-plani/), bu yeni Türk savunma hazırlıkları planının mutlaka elegeçirilmesi gerekiyordu. Bu sebeple Arınç’a sözde suikast planı kotarılarak odalara girme bahanesi yaratıldı. Kozmik odaları araştıran Hakim Kayan, daha önce Fetullah Hoca’ya “laiklik karşıtı faaliyet” iddiasıyla açılan davada Fetullah’ı beraat ettirmişti (konuyla ilgili olarak bkz. http://bmajans.blogspot.com/2009/12/iste-o-hakim-kadir-kayan.html).
İstibharat çevreleri, kozmik planların Fetullah’ın hakimi eliyle alınıp, ABD’deki cemaat liderliğine aktarıldığını ve buradan da ABD istihbaratına ulaştırıldığını ifade ediyorlar. Böylece, TSK’nin ‘Metal Fırtına’ benzeri bir işgal ve istila hareketine karşı güncelleştirilmiş planlarının tüm geçerliliğini yitirdiği belirtildi ve Genelkurmay da bu planların gizliliklerini yitirdiği gerekçesiyşe iptal edildiklerini açıkladı. Yine de, bu planların elegeçirilmesinin, Türk ordusunun seferberlik ‘modus operandi’sinin, yani hareket tarzları ve opsiyonlarının, öğrenilmesi açısından değer taşıdığı belirtiliyor. Yani bir anlamda, Türkiye’yi işgal edecek olanlar, TSK’nin seferberlik ve savunma planlarını hazırlarken hangi faktörleri gözönüne aldığı, hangi opsiyonları geliştirdiği, hangi fikirleri yürüttüğü gibi değerli bilgileri elde etmiş oluyorlar.
Kozmik planların çalınmasına ek olarak, son günlerde medyada sahte darbe planı haberi patlaması yaşanıyor. TSK’ye karşı ilan edilen bu psikolojik cihadın amacı, ordunun Türk halkı gözündeki itibarını sarsmak ve bu yolla AKP liderliğinin anayasayı değiştirerek bir islam diktatörlüğü tesis etmesine ve 2030 Master Planı’nın bir sonraki safhasına geçmesine zemin hazırlamak olarak nitelendiriliyor.
AKP-Fetullah şer ittifakı, Türkiye Cumhuriyeti’ni içten imha planının uygulanmasına tam gaz devam ediyor.

AKP’nin 2030 Türkiye Master Planı – II

http://turkeyexposed.wordpress.com/2012/01/15/akpnin-2030-turkiye-master-plani-ii/

January 15, 2012 at 7:17 pm

AKP’nin stratejik liderliğini oluşturan Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu ve Bülent Arınç dörtlüsünün, CIA güdümlü Fetullah Gülen ile kotardığı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilgası ve üç bağımsız sektöre bölünmesini öngören master planın uygulanma süreci tüm hızıyla devam ediyor. Eski genelkurmay başkanı Işık Koşaner’in tutuklanması da bu planın muhalifleri yoketme başlığının küçük bir parçası sadece. Bu gibi tutuklamaların devam etmesi kaçınılmaz.
AKP’nin bütün devlet organlarını, yargıyı, akademik kurumları, meslek örgütlerini ve diğer sivil toplum örgütlerini ele geçirdikten sonra TSK’yi hedeflemesi beklenilen bir adımdı. TSK’nin tasfiyesi, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları ve MİT’e tamamen hakim olan CIA taşeronu Fetullah şebekesi tarafından Ergenekon, Balyoz vs. sözde operasyonları vasıtası ile yürütülmekte. 2009 Aralık ayında Bülent Arınç’a suikast iddiası ile Genelkurmay Başkanlığı’nın basılmış, TSK’nin harp ve savunma planlarının bulunduğu kozmik oda aramış, Fetullah casusluk şebekesine yakın duran yargı elemanları tarafından bu odadaki gizli planların kopyaları çıkartılmış ve yurtdışı kaynaklara iletilmiştir (aramayı yapan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi Hâkimi Kadir Kayan, Fethullah Gülen’in terör örgütü kurmak ve yönetmekten yargılandığı davada beraat kararı vermişti.)
Işık Koşaner’in tutuklanması da muhaliflerin safdışı bırakılmasını hedeflemekle beraber, TSK’nin şimdiki komutanlığına ve diğer mensuplarına gözdağı verme ve ‘bize karşı olursanız sizi de sürüm sürüm süründürürüz’ mesajı vermeye yönelik bir hareket. TSK’nın hizaya gelmesi 2030 Master Planı için hayati önemde çünkü bu noktadan itibaren AKP ve Cemaat’in Türkiye Cumhuriyeti’nin ilgası (ortadan kaldırılması) girişiminin önünü kesebilecek hiçbir güç kalmayacak.
2030 Master Planı ABD’nin gözünde niçin çok önemli? ABD bu plan sayesinde üç parçaya ayrılacak Türkiye’nin gözle görülebilir bir gelecekte ABD’nin Ortadoğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Orta Asya’da Amerikan dışpolitikasının güvenilir taşeronu olacağını hesaplıyor. Bunun dışında ve hatta en az o kadar önemli olarak, ılımlı İslam Türkiyesi modelinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ve çıkacak olan yeni rejimlere empoze edilmesi amaçlanıyor. Fakat bu bölgelerde yakın zamanlarda düzenlenen serbest seçimlerde aşırı islamcıların tekrar ortaya çıkması, Amerikalıların ılımlı İslam çabalarının ne kadar beyhude olduğunu ortaya koyması ve ABD’nin AKP’ye verdiği desteğin, daha önce Sovyetlere karşı Usame bin Ladin’e  verdiği destekle benzeşmesi de kayda değer. Bu konuyu ayrı bir yazıda ele alacağız.
Master Plan çerçevesinde TC’nin parça parça ilgasısı amacıyla TC’nin kurumlarına yönelik saldırı hız kesmemekte. Bunun en son örneği TC’nin kuruluşunun ilk adımının atıldığı 19 Mayıs kutlamalarının kaldırılması ve diğer ulusal bayramların sırayla hedef tahtasına konulmasıdır. Daha önce 2011 yılında deprem bahanesiyle 29 Ekim kutlamalarının iptali, bu adımların raslantıdan çok, büyük bir planın hesaplanmış parçaları olduğunu kanıtlıyor. Buna, zorunlu orta öğretimin yeniden şekillendirilmesi çabasıyla imam hatiplerin liselerinin Türk eğitim sistemine güçlü bir şekilde geri getirilmeleri, arabuluculuk sistemi adı aldında kadılık sisteminin kurulması gibi gelişmeleri de eklerseniz, ‘büyük resmi’ daha berrak bir şekilde görme imkanına sahip olursunuz.
2030 Master Planı’nın bir diğer önemli ayağı Kürt konusudur. Tayyip Erdoğan ve avanesi her ne kadar BDPlilerin özerkliğe ve hatta bağımsızlığa kadar varan talepleri karşıdında göstermelik olarak esip gürleseler de, uygulamakla yükümlü oldukları 2030 Master Planı çerçevesinde Kürtlere bağımsızlık verme zorunluluğunda olduklarından bunu Türk kamuoyuna en kolay şekilde hazmettirme amacı taşımaktadırlar. Bu sebeple, yeni anayasada TC’yi TC yapan üniter milli devlet özellikleri atılacak ve bölgesel özerkliğe imkan verecek düzenlemelere yer verilecektir.
Özetle, Türkiye’yi yakın gelecekte bekleyen durumları şöyle özetleyebiliriz:
1.                    Ordunun tam olarak ele geçirilmesi ve AKP’nin emir ve komutasına alınması,
2.                    CHPnin susturulması,
3.                    MHP liderinin ektizileştirilmesi,
4.                    Anayasadaki Türk milli devletinin özelliklerinden arındırılması ve bölegesel otonomiye geçilmesi konusunun kolaylaştıtılması,
5.                    Anayasada Kürtlere özgürlük verilmesi ve Halifeliğin yeniden ihdası için uygun değişikliklere gidilmesi,
6.                    İstanbul ve Trakya bölgesinin idaresine ekonomik önem bazında uluslararası bir nitelik kazandırılması için zemin hazırlaması.
Bu planın harfiyen uygulanabilmesi için CIA tarafından icraatçı olarak vaftiz edilen AKP-Cemaat ittifakının görülebilir gelecekte Türkiye’nin başında kalması gerekmektedir. Bu sebeple, Türk halkı artık bağımsız, özgür ve tarafsız seçimlerle hükümeti seçme yeteneğini yitirmiştir. AKP’nin seçimle iktidardan gitmesi ihtimal dışıdır çünkü bu mihrakların seçimleri, AKP’nin düşme olasılığını olasılık dışı bırakacak şekilde tasarlayıp uygulayacaklarına şüphe bulunmamalıdır. Türk halkı laik rejimle beraber sadece demokrasiye ve Türk kimliğine değil, ulusal devlete ve ülkenin toprak bütünlüğüne de elveda diyecektir.