6 Aralık 2014 Cumartesi

Sözde Hakkâri valisi Yüksekova’ya kaymakam atadı!..



Öcalan Hükümete 15 Mart’a kadar süre verdi..

“Tren rayına”  oturtulan  “çözüm süreci”nde son- yeni havadisi merak ediyorsanız..
İşler tam da bebek katili Öcalan ile Kandil çetesinin istediği gibi gidiyor derim.
Son dakika değişikliği olmazsa HDP heyeti Hükümet ile Pazartesi günü görüşmeyi bekliyor. Bu görünürde olanı..
El altından kapı arkalarında görüşme trafiği ise tam gaz devam ediyor. Taslaklar, İmralı ve Kandil’e gidecek heyetlerde yer alacak isimler, neyin ne zaman yapılacağı ve kamuoyuna deklare edileceği.. İnce ince hesaplanıyor.. Ara sıra kapı arkası görüşmelere İmralı ve Kandil özel mektuplarla dâhil oluyor. Terör çetesi bir alıyor 2 daha istiyor.. Recep Erdoğan’ın “elinizi çabuk tutun” baskısı da işin cabası.. Ahmet Davutoğlu, tam manasıyla bunalmış durumda.
AKP ve HDP kulislerinden edindiğim bilgiye göre görüşme trafiğinde “önemli” bir gelişme yaşandı. Bebek katili Abdullah Öcalan istediklerinin yerine getirilmesi için Hükümete son bir süre verdi. Öcalan, “15 Mart’a kadar bu iş bitmezse çekilirim” dedi.
Ahmet Davutoğlu’ da bu gelişmeyi teyit eder açıklamayı önceki gün akşam bir TV kanalında yaptı;
“Silahlar seçimden önce bırakılabilir. 6-7 Ekim olaylarına biz kapılamadık. Kulaç atmaya devam ediyoruz. Hız katma konusunda tereddüdümüz yok. İnşallah seçimden önce nihai noktaya geliriz. Mümkün olsa yarın. Ama önemli olan bütün aktörlerin de aynı iradeyi göstermesinden emin olmamız lazım.”
“Çözüm süreci” ne tek taraflı bel bağlayan Hükümet terör bölgesinde tüm hâkimiyeti PKK/KCK’ya teslim ederken oralarda son durum ne?..
Terör örgütünün atadığı sözde Hakkâri Valisi Kazım Kurt, sözde Kaymakamlarına mazbata vermeye başladı.
İstihbarat birimlerinin raporlarına göre;
“Kazım Kurt çalışmalarına hız kesmeden devam ediyor”.
“PKK tarafından Hakkâri’ye Vali olarak atanan Kazım Kurt, Şerafettin Dede’yi Yüksekova’ya kaymakam olarak atadı. Önümüzde ki günlerde diğer ilçelere de atamaların yapılması bekleniyor”.
“PKK/KCK terör örgütünün Van ilinde faaliyet gösteren mensupları, bölgede yaşayanlara yönelik dağa katılımın artması için baskı kurmaya devam ediyor. Çözüm süreci ile birlikte çok rahat hareket eden bölücü terör örgütü mensuplarının her haneden en az bir kişinin terör örgütüne katılması yönünde halka baskı kurduğu haberleri iyiden iyiye arttı. 
Alınan bilgilere göre, çözüm süreci ile birlikte örgütün propagandasının serbestçe yapıldığı etkinliklere dönüşen festival, açılış, müzikli açık hava toplantısı gibi faaliyetler ile gençlerle iletişim halinde bulunan ve onları kandırarak dağa çıkaran örgüt mensupları bu dönemde örgüte maksimum katılım sağlamaya çalışıyor ve bunu da başarıyor... Düzenlenen etkinlikler ile terör örgütüne sempati kazandırılarak, halkın bölücü terör örgütü mensupları ile bir araya gelerek kaynaşmasının sağlandığı, ayrıca örgüte malzeme, araç ve gereç temin ettikleri bildiriliyor”.
Bölgedeki askeri kaynaklardan alınan bilgilere göre, 2014 Ekim ayı itibariyle resmi ve resmi olmayan sayılara göre yaklaşık bin kişi Van ilinden, 350 kişi Bitlis ilinden, 425 kişi Muş ilinden PKK/KCK terör örgütüne katıldı.
Terör bölgesinde illerde görev yapan köy korucularının silah bırakmalarına yönelik baskılarını sürdüren bölücü terör örgütü mensupları, devlet ile işbirliği içinde olanların kaçırılması ve infaz edileceği söylemlerini artırarak zaman zaman da faaliyete geçirerek baskı altına alarak, onları sindirme çalışmalarına devam ediyor.
Güvenlik güçlerinden alınan bilgilere göre; “birçok doğu ilinde il merkezinde ve ilçelerde bulunan, iş adamı, esnaf, sürü sahipleri, göçebeler ve kaçakçılardan tehdit ve baskı yoluyla vergilendirme adı altında para toplandığı, vermeyenlerin ise kırsal alana götürülerek, sorgulandıkları, darp edildikleri ve yakınlarından daha çok para talep edilmeleri nedeniyle sinen ve vergisi ödemek zorunda kalan halk zor durumda”.
Ankara’ya ulaşan raporlar, “son olarak köy korucularından her yıl bir maaş tutarında vergilendirme adı altında para talep eden örgüt mensupları onların kendilerini koruyamayan devlete karşı cephe almasını ve kendi yanlarında mücadele etmesini sağlamaya çalışıyor” diyor.
Bir sözde çözüm masasına bakın bir de arazi de yaşanan gerçeklere!..
Hükümet, Öcalan ve Kandil çetesinin tüm isteklerini son noktasına kadar gerçekleştirse de tezgâh değişmeyecek..
İstihbarat raporları diyor ki;
 “BTÖ Nisan ayında büyük ayaklanmaya hazırlanıyor”..
Ahmet TAKAN
ahttakan@gmail.com

5 Aralık 2014 Cuma

"19. Milli Eğitim Şurası ve Eğitim Üzerinden Gelecek Kuşakları Teslim Almak"



BASIN AÇIKLAMASI

19. Milli Eğitim Şurası 02-06 Aralık 2014 tarihlerinde Antalya'da toplandı. Milli Eğitim Şuraları, zaman içinde alınan kararların birçoğu tavsiye olarak kalsa da eğitim sistemimize şekil veren en önemli kurullardır.
19. Milli Eğitim Şurasına yaklaşık 600 katılımcı davet edilmiştir. 600 katılımcıdan yalnızca 16'sı sendikacı, eğitimcilerin oranı ise  %10 yani yaklaşık 60 kişidir.   Eğitim sistemine önümüzdeki yıllar içinde şekil ve yön verecek yaşamsal kararların alınacağı şurada siyaseten bağımsız kişi ve kuruluşların oransal ağırlığı ise içler acısıdır.  Şura katılımcıları arasında; referansı dinci siyaset olan parti meclis üyeleri, muhtarlar, iktidar yandaşı dernek ve vakıfların temsilcileri, parti kadın ve gençlik kolu üyeleri, milletvekilleri, eski bakanlar, yandaş sendikanın temsilcilerinden çok sayıda var.  Ama Şuraya katılabilen  “EĞİTİMCİ” sayısı neredeyse bir elin parmakları kadar. Bu yönüyle bakıldığında 19. Milli Eğitim Şurasının adeta “Eğitim Bir Sen Çalıştayı” olarak gerçekleşmiş olduğu bir tahmin değil, yaşanılan bir gerçekliktir. 
19. Millî Eğitim Şûrası;  gündem Konuları, alınan tavsiye kararları, uygulamalar noktasında önümüzdeki 3 yıla damgasını vuracaktır. Milli Eğitim Şurasının gündemi ve alınacak kararlar önceden,  Cumhuriyet'e yönelen ihanete “kılıf” amaçlı olarak kurdurulan  Eğitim Bir Sen’, AKP’nin önde gelen isimlerin üyesi olduğu ‘Türkiye Gençlik ve Eğitime Yardım Vakfı’ (TÜRGEV), ‘İmam Hatip Mezunları Derneği’ (ÖNDER), Nakşibendilerin üye olduğu ‘İlim Yayma Cemiyeti’, ‘İlim Yayma Vakfı ve Ensar Vakfı’ndan oluşan, “5’li Koordinasyon” denilen bir oluşum tarafından belirleniyor.  Bu oluşum, değişik vakıf, dernek ve Milli Eğitim yöneticileri ve bürokratlarla toplantılara yaparak eğitim politikalarını konuşuyor, yapılması gerekenleri belirliyor.  İşte bu “5’li Koordinasyon” un önerileri “Şura Kararları” olarak kabul edilmiştir.

19. Millî Eğitim Şûrasının Gündemi ve gündem başlığı altında alınan kararlar şöyledir.
Gündem1. Öğretim Programları Ve Haftalık Ders Çizelgeleri: Alınan karalar;
a)    Değerler eğitimi bahane edilerek zorunlu dini eğitimin okul öncesini de kapsayacak şekilde genişletilmesi,
b)   Devlet okulları talebi karşılamıyor bahanesiyle özel imam hatip ortaokulları ve liselerinin açılması,
c)     Alevilik başlığında müfredatların güncellemesi ve anadilde eğitim tavsiyeleri,
d)   TC. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük derslerinin ve 4. sınıfta 2 saat anlatılan İnsan Hakları, Yurttaşlık ve Demokrasi dersi kaldırılarak, bu derslerin içeriklerinin Sosyal Bilgiler derslerinin içine alınması,
e)   Osmanlı Türkçesi’nin liselerde zorunlu ders olarak bütün liselerin öğretim programlarında yer alması
Gündem 2. Öğretmen Niteliğinin Artırılması; Alınan karalar;
a)    Öğretmen alımlarında Eğitim Fakültesi mezunu olma koşulunun kaldırılarak yerine her lisans mezununun öğretmen olabileceği bir siteme geçilmesi,
b)   Öğretmenlerin “nitelikleri” üzerinden ayrımcılığa tabi tutulmalarını sağlayacak düzenlemeler yapılması, (yandaş olanı tarafsız olandan ayırma çabalarına tavsiye kılıfı)
Gündem 3. Eğitim Yöneticilerinin Niteliğinin Artırılması; Alınan karalar;
a)    Eğitimci olmayanların da eğitim kurumu yöneticisi olabilmesini sağlamak,
b)   Mülakat temelli görevlendirmelerine yandaşlık zemininde meşruiyet kazandırmak,
c)    Verilen emri sorgusuz uygulayan kukla idarecilerle öğretmenler üzerindeki baskıyı arttırmak
Gündem 4. Okul Güvenliği; Alınan karalar; karma eğitimin kaldırılmasına meşruluk kazandırmak amacıyla,
a)    Karma eğitimin, karşı cinse ilgiyi artırdığı, bu durumun ise güvenlik ve disiplin sorunu yarattığı, okullarda şiddet ve akademik başarıyı engellediği ve kız öğrencilerin okullaşma oranlarına olumsuz etkilediği gerekçesi ile Karma Eğitimin kaldırılarak, ayrı kız-erkek okullarının açılması,
AKP iktidarı ‘eğitim üzerinden’ gelecek kuşakları dincileştirerek, ülkeyi talibanlaştırma ve Ortaçağ karanlığına sürükleme çabalarını karşı devrime, dinci faşizme dönüştürüyor. İktidar laikliğin olmaz olmazı karma eğitimi kaldırma ataklarında bulunurken; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) karşın kaldırmadığı zorunlu din dersini şimdi de ilkokullara sokmaya hazırlanıyor. Kur’an derslerinin süresi artırılıyor.
 Alınan kararlar öğrencilerin bilimsel eğitimden uzaklaştırılmasını, dinci – faşist gericiliğin meşrulaştırılmasına ve iktidarın karşıdevrim girişimlerine  “mazeret” oluşturmaktadır.
AKP’nin ülkeyi imam hatipler, dini dersler, mescitler ile türbanı ilkokula kadar sokarak talibanlaştırma çabalarına, Şura ile birlikte Osmanlıyı canlandırma, dili Araplaştırma çabaları da eklenmiş oldu. Osmanlıcanın zorunlu ders haline getirilmesi harf ve dil devrimlerine yönelik karşıdevrim girişimi olduğunu da anımsayalım.
Peki; 1923’lerde başlayan, 15 yıl içinde devrimci bir atılımla dünyaya örnek bir eğitim sistemini yaşama geçiren Cumhuriyet, Nasıl oldu da 19. Milli Eğitim Şurasında “dinci, karşı devrimci” kararları alabilme noktasına sürüklendi?
Eğitimi,  içinde bulunduğu sistemden bağımsız değerlendirme yanılgısı bizi,  yıllardır yerel ve uluslararası sermayenin toplumsal yaşamın tüm alanlarında, ama ilkönce ve her şeyden önce eğitim alanında ördüğü/ örgütlediği Siyasal dinci-gericiliğin meşrulaştırılmasına ve dolayısıyla emperyalizme bağımlılığın meşrulaştırılmasına götürür.
AKP iktidarının gerici ideolojiye yaslanan ve bunu derinleştiren politikaları göz önüne alındığında, halkın bağımsız siyasetinin olmazsa olmaz başlıklarından birisi gericiliğe karşı mücadeledir.
Siyasal dinci-gericiliğe karşı mücadele, siyasal dinci-gericiliği besleyen, palazlandıran ana damar olan emperyalizmle karşı mücadele ile özdeştir. Başka bir söylemle emperyalizmi alt etmeden siyasal-dinci gericiliği alt etmek olanaksızdır. Hesaplaşmayı dinci-gerici siyasal sistemin temel dayanağı olan emperyalizmle yapmayı göze alamayan her hareket ikincil sorunları öne çıkarıp dinci faşist sistemin eğitimini aklayıp meşrulaştırılmasına hizmet eder.
Diğer taraftan Eğitim sisteminin “hem kadrolarıyla hem müfredatıyla hem de yaşam alanı olarak” dinci gericilik ekseninde yapılandırılması yalnızca son 12 yıllık dönemin ürünü değildir. Elbette Yerel ve uluslararası sermayenin koruyuculuğunda, devlet-siyasal iktidar, ticaret-  cemaat-tarikat-vakıf ilişkileri etrafında örgütlenen İslamcı gericilik, AKP ile birlikte aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda, kendinden önce iktidar olan siyasal partileri çok gerilerde bırakmıştır.
Eğitim sistemi içinde siyasal dinci gericiliğin yaygınlaşıp, kurumsallaşmasında dönüm noktası, Türkiye’de laikliğin geriletilmesinin ve devlet eliyle dinselleşmenin doğum izi olan 1947 yılı, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak emperyalizmin kollarına teslim edildiği tarihtir. Milli Eğitimimiz 27 Aralık 1947'de imzalanan ve “Fulbright Antlaşması” olarak anılan ”Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’nın sonucu olarak, bütünüyle Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendirildi.
Bu tarihten başlayarak, söz konusu gericileşme süreci boyunca, Köy Enstitüleri kapatılmış, ezanın Türkçe okunması uygulamasına son verilmiş, Kuran’ın Türkçe meallerinin yayınlanması eski hızını kaybetmiş, Kuran kurslarının sayısı büyük ve baş döndürücü bir artış göstermiştir.
Bu tarihten başlayarak, imam-hatip liseleri kurulmuş ve yaygınlaştırılmış, yasa dışı ve kaçak kursların açılmasına müdahale edilmemiş, Cumhuriyet Devrimi Kanunları rafa kaldırılmış, tarikat yapılanmaları teşvik edilmiş, tarikatların siyaset ve ülke yönetimi üzerinde çok büyük oranda söz sahibi olmaları gündeme gelmiş, dinci partilerin sayısında bir patlama olmuştur.
Türkiye daha 25 yıl önce, yani 1920'lerde kan ve can bedeli ülkesinden kovduğu emperyalizme,  gericileştirme operasyonu ile yeniden teslim edilmiştir.
Öyleyse, mücadelenin hedefine emperyalizmi koymayan, gözünü tam bağımsızlığa dikmeyen bir laiklik mücadelesinin başarılı olacağına inanmak tam bir ham hayaldir, akıl tutulmasıdır ve siyasi karşılığı yoktur.
Çünkü dinci gericilik emperyalist sistemden bağımsız, ayrıksı bir olgu, bir aşırılık değildir. Dinci gericilik yerel ve uluslararası sermaye egemenliğinin bütünlüğünü temsil eder.
19. Milli Eğitim Şurası kararlarına bakıldığında bu açıkça görülmektedir.  Büyük Ortadoğu Projesinin amaçlarına ulaşabilmesi için;  Türkiye'nin Ortadoğu'da emperyalist senaryoların içine çekilmesi, bu amaçla Sünniliğin keskinleştirilmesine, Türk halkının kendini “yurttaşlık bilinci” ile değil  “dinle” tanımlar konuma getirilmesine yakıcı gereksinim vardır.
Aklın ve bilimin özgürleşmesi olan Laikliğe bile şaşı bakan,  hedefine emperyalizmi koymayan/koyamayan Sözde muhalefet, dinci- faşist iktidara muhalefet etmek için “gerçek Müslümanlar” adına konuşmayı yeğlemektedir. Böylece, dinin yaygınlaşıp derinleşmesine, yurttaşlığın değil, dinin ortak payda oluşturduğunun kabulü ve meşrulaştırılmasına en az dinci gericiler kadar katkı koymaktadırlar. Bunun sonucu olarak 1920'lerin halkçı- devrimci Laiklik anlayışı,  Emperyalizmin hizmetine sunulmuş bir laiklik anlayışına dönüştürülmüştür.
Emperyalist Kapitalist sistem tüm dünya çapında olduğu gibi, Türkiye’de de tıkanmış, gelecek vaat edememeye başlamış, gericileşmiştir. Yozlaşma ve çürüme bütün hızıyla devam etmektedir. Hayali ihracat, rüşvet, yolsuzluk sürmekte, toplumsal çürüme giderek mistik akımların ve dinselliğin yaygınlaşmasıyla, yoz kültürüyle, fuhuşla, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmaktadır. Karanlık giderek yoğunlaşmaktadır.  Ama unutulmamalı “Karanlığın en yoğun olduğu an, şafağın en yakın olduğun andır.” Şafağın yakın olduğunu bizim kadar iktidarı ele geçiren dinci- faşist siyaset ve ulus ötesi güçlerde biliyor. Bu nedenle korkuları hezeyana dönüşmüştür. Bir biri ardınca çıkarılan faşist yasalar,  korunaklı saraylar korkularının ürünüdür.
Şafağın ve sabahın sahibi olma zamanıdır.  Gelecek Ellerimizdedir! Ancak bu zafer zorlu, sabırlı ve kararlı bir mücadele ile olanaklıdır.  Çünkü dinci - faşizmin saldırıları gelip geçici bir olay değil, “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizmin ve bizi yutmak isteyen kapitalizmin” yarattığı bir ahtapottur.  Bu nedenle Kemalist, halkçı- devrimci güçler artık sıradan bir “laiklik savunuculuğu” ile yetinmemeli/yetinemezler. Başka bir söylemle "hafız ezberlediğini okumamalı", kimi ezberler bozulmalıdır.
Dinci faşizme ve emperyalizme karşı mücadele dün olduğu gibi bugün de Kemalist, halkçı- devrimci güçlerin omuzlarında tarihsel bir görev ve borç olarak durmaktadır. 
Zaman ağlama, sızlanma, teslimiyet değil,  küllerinden yeniden doğma, yeniden Mustafa Kemal olma zamanıdır. Türk ulusu “Ulusal Kurtuluş Savaşı” ile emperyalizmin zincirlerini kırarak nasıl bağımsızlığını kazandıysa, bugün de aynı bilinç ve kararlılıkla zincirlerini kıracak, kuşatmayı yaracaktır. Bundan kimse kuşkusu duymasın. 05.12.2014


YÖNETİM KURULU ADINA:                                                                                                Mahmut ÖZYÜREK
                          ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI

Türkiye'de İşbirlikçiler / Metin AYDOĞAN



Yabancı hayranlığına dayanan yüzelli yıllık yabancılaşma birikimi, işbirlikçiliğin yaşam kaynağıdır ancak işbirlikçilik bugün hayranlığın çok ötesine geçmiş, emperyalist politikanın önemli bir parçası durumuna gelmiştir. Büyük devlet ölçütlerine göre seçilen ve ülkelerinde etkin görevlere getirilecek işbirlikçi adayları, devlet fonlarıyla beslenen kurumlarda eğitilmekte ve ülkelerine gönderilmektedir. Bu durumu büyük devlet yetkilileri açıklamaktadır.

“Yerli Misyonerler”
Fransa Maliye Bakanlığı Müşaviri ve Osmanlı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonu Başkanı Daniel Ducoste 1889 yılında şunları söylüyordu: “Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır. İşte o zaman gerek alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devletinin maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız var. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar, Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’ alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl teminat unsurlarının en önemlilerinden biri olacaktır.” 1 
Daniel Ducoste’nin 19.yüzyılda yaptığı bu saptama, işbirlikçiliğin manifestosu gibidir. “Yerli misyonerler”, Türkiye’yi Atatürk Dönemi dışında yüz yılı aşkın süre yönetmiş ve yabancı çıkarların “teminat unsuru” olarak çalışmıştır.

İşbirlikçiliğin İlk Adımı; Yabancı Hayranlığı

Gelişmiş ülkelere hayranlık, kökleri geçmişe dayanan eski bir geri kalmış ülke alışkanlığıdır. Tanzimat Fermanı’nın ortaya çıktığı 19.yüzyıl ortalarında, yüzyıllar süren saray politikalarıyla toplumun kültürel kaynakları o denli kurutulmuş, eğitim o denli ilkelleştirilmişti ki, ulusal kimliğin beyni olacak aydınlar ortaya çıkmıyordu.
Olayları ve gelişmeleri gerçek boyutuyla ele alıp irdeleyecek siyasi kadro yoktu. Kolaycılıkla birleşen boyun eğici ve öykünmeci (taklitçi) eğilimler yaygınlaşıyor, özgüvenden yoksun ve kişiliksiz “aydınlar” ortaya çıkıyordu. Tanzimat kararlarını, “bir anayasa çıkışı” olarak ele alıp kendilerini “medeni Batı dünyasıyla” bütünleşmeye yönlendirmiş bu “aydın” türü, varlığını bugüne dek sürdürdü ve Batı işbirlikçiliğinin, temeli o zaman atılan dayanakları oldu.

Yozlaşmanın Düzeyi
Kendilerini Batılı gibi görüp, köklerinden koparak yozlaşan, halkla ilişkisi olmayan, topluma yabancılaşmış “aydın” türünün ortaya çıkması ve bunların devlet kadrolarında üst düzey görevlere getirilmesi, doğal olarak kamusal işleyişin daha çok bozulmasına neden oldu.
Kamu görevlileri ve “aydınlar”, “kara cahil” bir “sürü” olarak gördükleri halka hizmet etmek bir yana, ondan “tiksinti” duyan ve uzak durmaya çalışan garip insanlar durumuna geldiler. Batıcılık bir modaydı artık ve bu moda tam anlamıyla bir Batı çılgınlığıydı. 2 
Lalaların yerini mürebbiyeler, geleneksel davranış biçimlerinin yerini Batılı tavırlar aldı. Fransızca öğrenmek ve Fransız jargonuyla (Jargon: bozuk, yanlış hatta anlaşılmaz konuşma) konuşmak, uygar olmanın göstergesi durumuna geldi. Kültürel bozulma ve yozlaşma o denli yoğunlaştı ki, Türk ve Türklük, geriliği ve ilkelliği temsil eden bir aşağılama sözcüğü olarak kullanıldı.
Dönemin tanzimatçı “aydınlarından” Prens Sebahattinci ve İngiliz yanlısı Abdullah Cevdet, işi, “Türk ırkının islahı için” dışardan “damızlık erkek” getirilmesini istemeye dek götürdü. “Batı medeniyeti, ona ancak uyulabilecek, karşı durulursa yerle bir edici coşkun bir seldir.. Neslimizi ıslah edip güçlendirmek için, Avrupa ve Amarika’dan damızlık erkek getirmeliyiz” diyen yazılar yazdı. 3 

Günümüzde Durum
Günümüzde Batıyı ele alışla, 19.yüzyıldaki Batıya bakış hemen hemen aynı. Ancak, biçimsel değişimler söz konusu. Dünün Batı hayranı yozlaşmış aydınları, bugün hırçın küreselleşmeciler, dünün Batı düşmanı imanlı dindarları bugün gönüllü emperyalizm savunucuları oldu. Aralarına liberalleşen “solcuları” da alıp, ortak paydası akçeli işler olan ilişkilerle yazgılarını birleştirerek, aynı yolun yolcusu yurt ve ulus karşıtları durumuna geldi.

Yönetici Olmanın Koşulu
Bugün, dışa bağımlı kılınmış ülkelerde, yönetici olabilmenin geçerli yolu; büyük devlet politikalarını tartışmasız kabul etmek, bunları içte ve dışta uygulamaktır. Yönetime gelmeyi ve süresini belirleyen ölçüt, küresel politikalara gösterilen uyumdur.
Bağımsızlık yanlısı ulusçu kadroların yönetici olmaları, artık çok güç hatta olanaksızdır. Bu tür “unsurlar” yönetime gelseler bile, önlerine çıkarılacak engelleri sürekli olarak aşmak zorundadır. Son elli yıl içinde bu engellere takılarak yönetimden uzaklaştırılan birçok azgelişmiş ülke yöneticisi vardır. Musaddık, Goulart ve Allende bunların en çok bilinenleridir.

İşbirlikçi Yetiştirmek

Yabancı hayranlığına dayanan yüzelli yıllık yabancılaşma birikimi, işbirlikçiliğin yaşam kaynağıdır ancak işbirliçilik bugün hayranlığın çok ötesine geçmiş, emperyalist politikanın önemli bir parçası durumuna gelmiştir. Büyük devlet ölçütlerine göre seçilen ve ülkelerinde etkin görevlere getirilecek işbirlikçi adayları, devlet fonlarıyla beslenen kurumlarda eğitilmekte ve ülkelerine gönderilmektedir.
ABD savunma bakanı Mc Namara işbirlikçi yetiştirme yönteminin işleyiş biçimini son derece açık biçimde dile getirmiştir. Mc Namara 1962 yılında temsilciler Meclisi Tahsisat Komitesi’nin Alt Komisyon’unda yaptığı konuşmada Kongre’ye şu bilgileri veriyordu: “Birleşik Devletler ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda ve eğitim merkezlerimizde seçme subaylar ve önemli mevkilerde bulunacak uzmanları eğitmemiz askeri yardım yatırımlarımızdan sağlanan yararların herhalde en önemlisidir. Bu öğrenciler, ülkelerine dönüşlerinde eğiticilik görevlerini orada sürdürecek olan ve hükümet yetkililerince seçilmiş görevlilerdir. Bunlar gerekli bilgilerle donatılmışlardır. Onlar burada edindikleri bilgileri kendi ülkelerine taşıyacak olan geleceğin liderleridir. Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini gayet iyi bilirler. Bunların liderlik mevkilerine gelmelerinin bizim için ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek görmüyorum. Böyle dostlara sahip olmanın değeri ölçülemeyecek kadar çoktur.” 4 

Türkiye’de Durum
1960’lı yılların sonlarında, ABD hükümeti, Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (AID) Türkiye’deki verimini saptamak için bir uzman göndermişti. Richard Podol isimli bu ‘uzman’ raporunda şunları söylüyordu: “yirmi yıldan fazla zamandan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da KİT hemen hemen kalmamıştır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa sürede geçmeleri beklenir. AID bütün gayretlerini bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek gerekir...” 5  (İndoktrine; sözlük anlamı: Beyin yıkamak, bir inancı veya öğretiyi, kafaya sokmak, fikir aşılamak)
Richard Podol’un raporunda yazdıkları doğruydu. Devlet kurumlarının kilit yerlerinde görev yapan kadrolar el değiştirmiş, Cumhuriyet’e bağlı Atatürkçü kadroların yerine “Amerikan eğitimi almış” kişiler getirilmişti. İsmet İnönü, 1963 yılında Başbakanken şunları söylemişti: “Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurdan önce sefirden öğreniyorum...” 6 

Yarım yüzyıl önce “müsteşar” ve “genel müdür” düzeyindeki devlet orununa (mevkiine) “Amerikan eğitimi almış” kişileri getiren girişimin, bugün eriştiği düzeyi görmek güç değil. Artık; başbakanların, parti başkanlarının belirlenmesinde Washington etkili oluyor.
Azgelişmiş ülkelerde (gelişmişlerde de), yolsuzluk çamuruna bulaşmamış, karanlık ve karışık ilişkilere girmemiş hükümet yetkilisi ve üst düzey yönetici aramak, dünyada saf ırk aramak gibidir. Ele geçirilen yönetim yetkisi, ülke ve halkın haklarını korumak için alınan sorumluluklar değil, artık paranın, yönetim hırsının ve dışa hizmetin araçlarıdır.
Üçüncü bir sektör durumuna gelen bu ilişkiler, yazılı olmayan özel ‘yasalara’ bağlıdır ve son derece profesyonelce yürütülür. Kimse kimsenin açığına bakmaz, herkes yurt dışı banka hesaplarındaki sıfırları arttırma çabası içindedir. Bunlar, temel özellikleri bakımından ülkeden ülkeye değişmeyen günümüz politikacılarının en belirgin tipidir. Seçimleri hep bunlar kazanır ve ülkeyi sırayla yönetirler.

 1  “Militan Atatürkçülük” Vural Savaş, Bilgi Yay. 2001, sf.35
 2  “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Y., 6.,C., sf 1790
 3  “Türkiye Tarihi 3-Osmanlı Devleti 1600-1908” Cem Yay., 4.Bas.İst-1995, sf. 359 ve “Türkiye’nin Düzeni” D.Avcıoğlu, 1.C., Bilgi Y., 5.Bas., Ank.-1971, sf. 162
 4  Hearing, Washington, D.C. 1962 Vol.I. sf. 359 ak. H.Magdoff “Emperyalzim Çağı” Odak yay. 1974 sf. 155
 5  Yalçın Doğan Cumhuriyet 17-19 Ağustos 1975 ak. Emin Değer “Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı” Tekin Yayınevi 1995, sf. 175
 6  “Bitmeyen Oyun” Metin Aydoğan, Umay Yay., 11. Baskı 2002, sf. 90


Metin AYDOĞAN, 30 Kasım 2014