24 Ekim 2015 Cumartesi

HDP, ERDOĞAN’A VE AKP’YE NE KADAR KARŞIDIR?



Bizde ne yazık ki söylediklerimizden ve yaptıklarımızdan daha çok neye ve kime karşı olduğumuz önem taşır.
Karşı olmasan bile o şeye karşı olduğumuzu söylemek, oldukça prim sağlayabilir bize.
Hele hafıza zayıflığının, kamaşmış ve körleşmiş gözlerin, yumuşatılmış beyinlerin var olduğu toplumlarda bu daha da etkilidir.
Aynen HDP’nin AKP karşıtlığı gibi!
HDP, buz dağı gibidir, çoğu görünmez.
PKK’yi yok edin, kırın belini HDP ortada kalmaz.
Biri olmazsa diğeri yaşama şansını kaybeder. Bunu çok yakında gördük.
Önceki seçimlerde Van’da miting alanına 50.000 kişiyi toparlayan HDP, 20 gün kadar önce yapılan eş genel başkan Figen YÜKSEKDAĞ’ın konuşmacı olarak katıldığı mitinge, ellerinde tuttukları belediyeye rağmen ancak en fazla 1.000 yurttaşı getirebilmişlerdir.
PKK, TSK tarafından dağlarda taşlarda, mağara ve sığınaklarda, yurt içi ve dışında darbe üstüne darbe indirdikçe sarsılan HDP de oluyor.
1 Kasım seçimleri HDP için zor geçeceğe benziyor.
Peki, bu HDP, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde % 6,2 alırken 2015 Yılı 7 Haziran seçimlerinde nasıl olur da % 13’ün üzerine fırla?.
HDP’nin ve bu çizgiye akıl ve destek verenlerin tek dayanağı mevcuttur.
“AKP’ye vurmak!” “Ama vurur gibi yaparak vurmak!” Aslında “vurmamak!”
Daha 2005’li yıllardan itibaren kol kola girerek Oslo, Brüksel vb kentlerde müzakereler yapan HDP ile AKP düşman mı oldu?
Bu mümkün mü?
Asla!
AKP ile HDP/PKK’nin izlediği çizgi, hem yurt için ve hem de yurt dışı ilişkiler açısından birbirine çoğu noktalarda çakışacak kadar aslında birbirine benzemektedir.
Yurt dışında her ikisi de ABD ve İSRAİL’e oldukça yakındır.
Biliyorsunuz artık, PYD eş başkanı Figen YÜKSEKDAĞ’ın açıkça söylediği sırtlarını çekinmeden dayadıkları PKK/PYD/YPG gibi terör örgütleri ABD’nin “kara gücü” olarak ilan edilmişlerdir. En son 50 tonluk silah yardımı da almışlardır.
AKP de, BOP’ne eş başkan olan ERDOĞAN tarafından 14 yıldır yönetilmektedir. O kadar yakınlar ki içtikleri su ayrı gitmemekte, içemediklerini de deliğe süpürmektedirler.
Yurt içinde dayandıkları temel de ortaktır.
Her iki tarafta ortaçağ ilişkilerine dayanmaktadırlar.
Sadece sıfatları farklıdır.
Biri gerici, biri bölücüdür..
Bu kadar farklılık, onların halkçı CUMHURİYET’i ve milli devleti birlikte yıkma çabalarını ortadan kaldırmıyor.
Bu iki ortak, zaman zaman ortaklıklarını gizleyerek ve birbirlerine hasımmış gibi davranarak esas itibari ile Kürt-Türk, ALEVİ-Sünni kesimlerden seçmenleri parçalayarak oy devşirmektedir.
Bu gün bütün millet, hangi partiden olursa olsun halkın büyük çoğunluğu, TUSİAD gibi küresel güçlerle işbirliği yapacak kadar zenginleşmiş para babaları, liberal çizgiyi savunanlar, iç ve dış çelişkiler nedeniyle ERDOĞAN’dan ve elbette AKP’den nefret etmektedir.
“AKP GİTSİN, KİM GELİRSE GELSİN!” diyecek kadar da apolitik ve ülkeyi nereye götüreceği belli olmayan bir çizgi kafalara yerleştirilmiştir.
Ben kişisel olarak, AKP’nin 30 Mart 2014 seçimlerinde CHP ve MHP’nin akıllı bir seçim siyaseti izlemeleri sonucunda özellikle Ankara ve İstanbul Belediye başkanlıklarını AKP’den alarak, onu bu kaynaklardan uzaklaştırıp soluksuz ve dermansız bırakabilecekleri gerçeğini ifade etmiştir.
Hani bu gün CHP de MHP de ERDOĞAN’a ve ciddi olarak da 17-25 Aralık nedeni ile adı “hırsızlığa” karışmış kişilere ateş püskürüyor ya!
Peki, 30 Mart’ta bu neden sağlanmadı? Bu soru aklınızın bir ucunda kalsın.
Ya da gerçekten ERDOĞAN’ı YÜCE DİVANA göndermek konusunda ciddi değiller.
Bu 30 Mart sürecinde HDP ne yaptı?
Alabildiği kadar ve hatta fazlasıyla, bu günlerde PKK’lilerin hendek kazarak güvenlik güçlerine tuzak kurabilecekleri bir imkân yarattı mı? Şehitler verdik mi sayısız?
Gelelim 10 Ağustos 2014 tarihine!
HDP eş genel başkanı atıp tutuyordu ERDOĞAN’a: “Seni Başkan yaptırmayacağız!”
Nasıl?
CHP, bu süreçte hatalı da olsa MHP ile bir ortak aday çıkardı.
HDP başkan yaptırmak istemediği aday ERDOĞAN’ın karşısında CHP/MHP’nin ortak adayı Ekmeleddin İHSANOĞLU’nu destekleyebilirdi.
Desteklemedi. Neden?
Seçimlere katılmak istiyordu. Neden?
7 Haziran 2015 seçimleri için çıtayı yükseltmek, CHP’den ödünç oylar adı altında seçmen çalmak, bölücü yapıyı ve elbette PKK’nin bu bölgede ABD’nin kara gücü olarak rol oynayacağı SURİYE’yi bölme ve koridor inşasında yol almak için.
10 Ağustos’ta HDP’nin başkan yaptırmayacağız dediği ERDOĞAN, HDP’nin zımni ama esaslı desteğiyle cumhurbaşkanı seçildi.
HDP adayı Selahattin DEMİRTAŞ oyunu % 6,2’den % 9,3’e yükseltti. CHP, demokrat ve Alevi oyları heder etti.
Hem HDP ve hem de ERDOĞAN istediklerine kavuştu.
7 Haziran seçimlerinde aynı oyun karşımıza çıkartıldı.
HDP, demokrasinin kilit partisiydi, olmazsa olmaz idi.
AKP ancak, HDP barajı aşarsa yıkılırdı.
Bütün küresel güçler, basın patronları, TUSİAD’ın önde gelenleri, HDP’yi açıktan desteklediler, allayıp pullayıp yaldızlayıp halkın önüne çıkardılar.
CHP içinde mevzilenmiş Atatürk ve ALTI OK karşıtları, milli gömlekçiler, Fethullah GÜLEN müritleri, ABD’nin Murat ÖZÇELİK gibi has adamları, uluslararası camiada kod adı ile anılan bilgi elemanları, Avrupa Birliği’nin şafak vakti zuhur eden kızları, “HDP barajı aşmalıdır” gibi talkınlar verdiler.
Parti üst yöneticilerinden bazıları da bu HDP aşığı koroya katıldı.
HDP’ye de bu ülkeyi zor duruma düşüren AKP’den ve ERDOĞAN’dan nefret eden ve kurtulmak için her şeyi yapmayı göze alan CHP seçmeninin elbette Mustafa Kemal ATATÜRK’ten ve vatan sevgisinden kaynaklanan temiz ve saf duygularına kancayı atmak yetiyordu.
Yaptıkları ve söyledikleri tek şey, “Seni başkan yaptırmayacağız!”
HDP, TSK ile güvenlik güçlerinin kışla ve karakol dışına valilerin izin vermediği için çıkamamasıyla Güneydoğu’da PKK ve gençlik örgütleri vasıtasıyla alan hâkimiyetini sağlamıştır. Bunun üzerine beyin yıkama, kafa karıştırma yoluyla kendisine duyulan ödünç sempati (!) ile oldukça demokratik bir oylama (!) sonucunda sıfır fire ile ezici bir sonuç almıştır.
HDP, yine kazanmıştır. Geçici hükümete bakan da vermiştir.
Ancak bölgede durum karışmış, artık durumun olgunlaştığını ve geç kalındığında bu fırsatı kaçıracağını düşünen ABD, bütün gücünü ve terör örgütlerini devreye sokarak SURİYE’nin kuzeyini ve ülkemizden kopartılacak büyük bir toprak parçasını birleştirerek BÜYÜK KÜRDİSTAN’ı kurmaya yeltenmiştir.
PKK de bu duruma paralel olarak ülke içinde terör faaliyetlerine hızla girişmiş ve şehitlerimiz yeniden omuzlarda ana ocağına gelmeye başlamıştır.
Milli çöküş son sinyallerini verir hale gelmiştir.
Milli devlet refleksi devreye girmek zorunda kalmıştır.
24 Temmuz’da TSK, PKK yuvalarını vurmuş, o günden sonra arka arkaya sayısız darbe alan terör örgütü, belini doğrultamayacak bir duruma düşürülmüştür.
HDP, PKK’nin yediği her darbe ile kan kaybetmiş, Kürt kardeşlerimizi kalkışmaya, boykotlara çağırmışsa da itibar görmemiştir. Van mitingine katılanların sayısı ortadadır.
Tekrar başa dönmüş durumdayız.
HDP ile PKK farklı örgütler imiş gibi yorum yapanlar ortaya çıkmış, AKP ile PKK’nin HDP’yi yok etmeye çalıştığı dillendirilmiştir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu CHP ve seçmeninin yeniden HDP’ye hayat öpücüğü vermesi için her türlü yalan ve beyinleri yıkama aleti dolaptan çıkartılmıştır.
Bu nedenle de ABD ve diğer güçler devreye girmiş, PKK’ye karşı yöneltilen saldırıların önü kesilmeye çalışılmıştır.
PKK kınanacağına, TSK’nin terör örgütünü dağıtma faaliyetleri önüne set çekilmek istenmiştir.
Bazı siyasetçiler, adeta milleti kandırmak için hem şehitlerimize ve hem de öldürülen PKKlinin ailelerine “insanlık” adına taziyede bulunmaya kalkmıştır.
Bu gayrı milli bir siyasi tutumdur. Asla kazandıracağı bir şey de yoktur. KÜRT kökenli yurttaşlarımız da ancak PKK’nin ortadan kaldırılmasıyla ya da silahları tamamen önkoşulsuz bırakmasıyla rahata kavuşabileceklerdir.
Başta TMMOB olmak üzere pek çok örgüt, HDP’nin “mitingimiz” dediği ve zaten PKK’nin emriyle HDP tarafından kurulan ve maalesef bazı CHP vekillerinin de kuruluş bildirisine imza attığı BARIŞ BLOĞU tarafından düzenlenen mitinge piyon olarak katılmışlardır. Hatta bu mitinge sanki CHP düzenlemiş gibi pek çok genç ve birkaç vekil katılmış ve Malatya’dan gelen 5 genç kardeşimiz de hayatını kaybetmiştir. Bu canların hesabını kim verecektir?
Ankara’da kalbimizde patlatılan ama 102 canımızı alan bomba, tekrar HDP’ye hayat vermek için kullanılmıştır.
Sözüm ona bazı aydınlar, her zamanki gibi HDP’nin ve elbette PKK’nin, ABD’nin düştüğü yerden kalkması için kolları sıvamışlar, yine “Barış” adı altında terör örgütünün ayağa kalkmak ve güç kazanmak için, dağıtılan örgütü yeniden toparlamak için istediği hayat öpücüğünü esirgememişlerdir.
Maalesef hepimizin çok sevdiği, beğenerek okuduğu bazı yazarlar da, başta Bekir COŞKUN olmak üzere, 7 Haziran sonrası yapılacak seçimlerde de “ATATÜRKÇÜ olduğunu söyleyerek” HDP’ye oy vereceğini gözümüzün içine bakarak söylemekten çekinmemektedir. .
Bu süreçte, PKK/HDP ile birlikte yürüyen, HDP’ye sözüm ona AKP karşıtı diye oy vermeyi düşünen ve veren yanlış yoldadır.
CHP, esasen AKP ve ERDOĞAN’ın kaderi ile HDP’nin ABD ve İSRAİL’in kaderine bağlıdır. CHP, elini derhal HDP’den çekmelidir.
Bu olmazsa en çok zararı, 1 Kasım seçimlerinde CHP görecektir.
CHP seçmeni ve Türk Milleti, kaos ve kargaşadan, ALTI OK’tan vaz geçmekten, milli devletten uzaklaşmaktan umutsuzluğa kapılacak ve milli ideoloji ve bağımsızlık bilincini kaybedecektir.
Hiçbir kişi ya da yöneticinin millete ve CHP’ye bu acıyı çektirme hakkı asla olamaz. 21.10.2015
Av. İzzet ULUDAĞ
MERSİN CHP ÜYESİ

Çetin Altan'ı yıllar önce...




Mehmet Ali Yılmaz'ın sahibi olduğu dönemde Güneş Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmenliği görevini sürdürüyordum. Yazıişleri Müdürü ışıklar içinde yattığına inandığım - saygı duyduğum, ancak, akrabalık ilişkim olmayan soyaddaşım- Orhan Duru, Çetin Altan'ın pazar yazısının sakıncalı olduğunu söyledi.

25 Eylül'de yerel yönetimlerin öne alınmasına ilişkin referandum vardı. Yani pazar günü...
'Evet'i benimseyenler beyaz, hayır oyu verecekler kahverengiye çalan renkte oy pusulası kullanacaklardı.Çetin Altan da zekasını kullanarak halkı etkilemeye yönelik bir yazı kaleme almıştı. 5-6 satırlık bir yazı.
Aklımda kaldığı kadarıyla,"Bugün referandum var…Beyaz evet, hayır kahverengi...Kimi akını b...na karıştırır, kimi karıştırmaz.."dı özetle,.

Yazıyı hukuk işlerimize bakan değerli hukuk adamı Erdoğan Tuncer'e faksladık.  O da yazının suç olduğunu belirterek yayınlamamamız gerektiği yönünde görüş bildirdi ve yazılı olarak da rapor edeceğini vurguladı.
Orhan ağabeyden, Çetin Altan'la konuşup, durumu anlatmasını, her pazar olduğu gibi eski yazılarından birini seçip göndermesini rica etmesini istedim.

Orhan ağabey konuşmuş olacak ki, Çetin Altan beni aradı ve: "Bu yazı girecek çocuk… Senin için iyi olmaz" diye bağırmaya başladı... Hukuk Danışmanımız Tuncer’in söylediklerini anlatmaya çalıştım. O, iyice kızmıştı:

"Ben Başbakan'a söz verdim bu yazı girecek... Yoksa ..."

Ağıza alınmayacak biçimde sözler söylemeye başlayınca "Kime söz verdiysen gelsin yazıyı o yayınlasın. Ben burada olduğum sürece bu yazı girmeyecek." dedim.

O, daha da sinirlenmişti, "Sen bittin... Masanı topla" diye bağırırken, telefonu kapattım.

O gün Genel Koordinatörümüz Sencer Güneşsoy yurtdışındaydı. Kendisi ile konuyu görüşme imkanı bulamamıştım. O, İstanbul'da olsaydı Çetin Altan'ı ikna edebilirdi… Çünkü, Çetin Altan'ın Güneş’e gelmesinde Güneşsoy’un önemli rolü vardı ve çok eski arkadaştılar.

Neyse, referandumda Özal hezimete uğramıştı..

Pazartesi sabahı Genel Koordinatörümüz Sencer Güneşsoy, ben ve Mehmet Ali Yılmaz sohbet ederken, telefon çaldı. Arayan Başbakan Turgut Özal'dı.

Konuşma başlayınca Yılmaz’ın sinirlendiğini gördük. Yanıtı kısaydı;

"Biri istedi diye, hiçbir arkadaşımın işine son vermem… Hem, gazeteyi gazeteciler yönetir."

Anladık ki, Özal, Yılmaz’dan beni kovmasını istiyordu. Çetin Altan, Özal’a durumu aktarmış ve Mehmet Ali Yılmaz'a beni işten atması için telefon etmesini istemişti. Ancak, Özal da Çetin Altan da sert kayaya çarpmıştı.

Biz de dikkat kesilmiştik. Özal hırsını alamayıp tehdit etmeyi sürdürünce yanıtını da almıştı:

"Siz Başbakansanız, ben de Mehmet Ali Yılmaz'ım. Çok başbakan gördüm... “
Özal hırsını alamayıp tehdit etmeyi sürdürünce Yılmaz'dan yanıtını sert biçimde almıştı.

Bugün Mehmet Ali Yılmaz gibi gazete patronu var mı bilemiyorum.
Neyse, aynı Çetin Altan, yıllar sonra önce Erdoğan'cı, sonra, "yetmez ama evet"çi oldu çocukları ile birlikte. Sonra da çark edip, yeniden demokrat oldular. - ki geçmiş olsun -

Çetin Altan benim için 1988 yılının 24 Eylül Cumartesi günü, Özal'ın isteğiyle yazı yazdığı, dik duruşunu yitirdiği günbitmişti.  Beni kovdurmak istediği için değil, yalnızca, Özal'ın isteği ile yazı yazdığı için...

Yıllarca hayranı olduğum Çetin Altan'a bu başbakanın isteğiyle yazı yazmayı yakıştıramamış, o gün kafamdan silmiş, bir bakıma O'nu öldürmüştüm.

Çetin Altan'ı 1988'de kafamdan silmeseydim. 12 Eylül 2010'da "yetmez ama evet" dediği için yok sayacaktım, bir çok eski arkadaşımı - başta Hasan Cemal'i- yok saydığım, kafamdan sildiğim gibi.

"Tanrı günahlarını affetsin" 


REŞİT GALİP "Devrimci devrimcidir"




Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir.

Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip'in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması...

Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmiş.

Liseyi İzmir’de okumuşlar.

Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış.

Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş.

Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış.

Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.

1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:

'Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.'

Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi ‘milletin bir ferdi' sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi'nin...

Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş.

Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti'nde görev almış.

Türk Ocakları’nda, Halkevleri'nde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırkaya girmiş.

Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış.

Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır:

1931 sonbaharıydı.

O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı.

Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye'den 'tabya Öğretmen’iydi. Kazım Özalp’in 'Atatürk’ten Anılar' kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı.

Esat Mehmet, 'kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini' belirtti.

Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı:

'Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi' dedi. 'Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. inkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır.
Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.'

Sofra gerildi.

Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı.

'Bu konuyu uzatmayalım.
Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız' dedi.

Ama Reşit Galip alttan almadı.

'Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir! .
Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez.'

Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı:

Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı.

Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekâletinden izin alamamışlardı.

Reşit Galip 'Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez' diye kestirip attı.

Atatürk’ün kaşları çatıldı.

'Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz' diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti.
Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki:

'Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.'

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:

'Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?'

'Kusura bakma Paşam, taşımıyor ! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.'

'Sizi de eleştiririm!' Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı: 'Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem' diye haşladı.

Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: '

'Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.'

İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.

Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya'dan 'İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz' yakınmasını dinlemiş ve orada bir kâğıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben 'yardımcı olunması' isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.

Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu.

Atatürk bu kez kızmadı;

'Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin' diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu.

Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu.

Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:

'Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.’

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp

'Öyleyse biz kalkalım' dedi.

Sofradaki bütün heyet ayaklandı;

Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.

Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.

Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar.

'Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik' derler.

Atatürk 'Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz' der. Sonra 'Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var' diye ekler.

1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler;

'Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile' demektedir.

Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder.

Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder.

Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur.

Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.

Rose Noir olayı mı?

Onu da hatırlatalım:

İş Bankası Genel Müdürü! Muammer Eriş, Atatürk imzalı kâğıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir.

Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürdü.

Bu süre içinde Darülfünundan üniversite reformunu başlattı.

Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı.

Eşi Zubeyre Hanım’ın deyimiyle 'deli gibi çalışıyor' ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu.

Aslında Atatürk’le araları iyiydi.
O Gazi'ye 'Paşam',

Gazi de ona 'Doktor' diye hitap ederdi.

Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk,

'Seni eve ben bırakacağım' demiş.

Eve bırakınca O da saygıdan,

'Ben de sizi uğurlayacağım Paşam' karşılığını vermiş.

Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış.

O gece zatürree olmuş.

Dinlenmesi ! tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış.

1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş.

Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış.

Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış.

1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş.

'Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış'

Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan

'Türküm doğruyum çalışkanım' andı var ya...

Kim kaleme almış biliyor musunuz?

'Reşit Galip...'

O andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını eminim çoğumuz bilmeyiz.


Kazım Özalp "Atatürk'ten Anılar"  (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) .
Alıntı