I. GİRİŞ
İkinci Dünya Savaşının
bitmesinden sonra 1980’li yılların sonuna kadar Dünya siyasetinde iki kutuplu
bir sistem egemen oldu. Avrupa ise bu iki süper devlet olan ABD ile SSCB
arasında ikiye bölünmüştü. İki Almanya’nın varlığı ve Berlin Duvarı ile Nato ve
Varşova Paktları bu bölünmüşlüğün simgeleri idi. Bu iki süper güç arasındaki
ilişkiler uzlaşmacı değil, güç yarışması ve çatışma temeline dayalı idi. Bir
yandan kapitalist dünya bir yanda komünist blok ekonomik, siyasal ve ideolojik
bir kavgaya tutuşmuşlardı. Bu nedenle bu döneme ‘Soğuk Savaş’ adı verildi. Bu
iki süper güç arasındaki çatışma Dünyanın çeşitli bölgelerinde kriz bölgeleri
yarattı ve küçük çaplı savaşlar, silah pazarı yaratma çabalarının da bir sonucu
olarak yaşandı.
Ancak bu iki süper güç
arasında sıcak ve Dünya savaşına dönüşme ihtimali olan bir savaş yaşanmadı.
Bunun nedeni yoğun ve güçlü kitle imha silahlarının iki taraf arasındaki
dengeyi sağlamasıdır. SSCB’nin yıkılmasıyla Nato paktı, varlık nedenini büyük
ölçüde yitirdi. Artık Nato Avrupa’yı ABD güdümünde ya da kontrolünde tutma
amacındadır. SSCB’nin dağılmasıyla ortak düşmanını kaybeden ABD ve Avrupa ise
artık aynı safta yer almamaya başladı. Avrupa Devletleri, Avrupa Birliği
sürecini hızlandırarak, ortak para birimine geçti. Ve tek bir Avrupa Birleşik
Devletleri daha çok zikredilmeye başladı. 1990 yılı Kasım ayında Paris’te
toplanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİK) zirvesinde 21 Kasım 1990
tarihinde 34 devletin Başkanları veya Başbakanları tarafından imzalanan “Yeni
Bir Avrupa İçin Paris Şartı” ile artık bölünme ve çatışma döneminin sona erdiği
ve demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti ilkelerine dayanan yeni bir
işbirliği döneminin başladığı ilan ediliyordu.
Türkiye’de Paris
Şartını imzalamıştır. Üretim alanındaki rekabet ABD’nin
Avrupa karşısında rekabetini önemli ölçüde azalttı. Avrupa’da birleşen Almanya
kıtanın büyük gücü olarak yükselmeye başladı. SSCB’nin dağılması ve Komünist
baskının ortadan kalkmasıyla, balkanlarda da yeni gelişmeler yaşandı. 1789
Fransız İhtilalinin ilham verdiği ulusçuluk akımı, Balkanların yeniden
yapılanmasına neden oldu. Yugoslavya, Birleşmiş Milletler Antlaşması ile
uluslararası hukukun iki temel ilkesi olan “Ulusların Kendi Geleceklerini
Belirleme ( Self-Determination ilkesi ) ve “Ülkelerin Toprak Bütünlüğünün
Dokunulmazlığı” ilkelerini karşı karşıya getirdi. Sonuçta, “Halkların kendi
geleceğini tayin hakkı” galip gelerek, Yugoslavya parçalanmıştır. Bu gelişme
hiç şüphesiz Türkiye için de yeni bir Dış Politika ve Milli Güvenlik Politikası
gereğini ortaya koymuştur. Son olarak Türkiye, Birleşmiş Milletler
Antlaşmalarından ‘İkiz Sözleşmeler’ diye bilinen sözleşmeleri 4 Haziran 2003
tarihinde 4867 ve 4868 sayılı kanunlar ile kabul etmiştir. Onaylanan
sözleşmeler 18 Haziran 2003 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmıştır.
II. BM ANTLAŞMASI VE
İKİZ SÖZLEŞMELER
Birinci Dünya Savaşının
ardından Dünya Barışını tesis etme amacıyla kurulan ‘Milletler Cemiyeti’ bu
amacına ulaşamamış ve II. Dünya Savaşının çıkmasına engel olamamıştı. İki dünya
savaşında Dünya devletlerinin büyük yıkımlara uğramasının ardından Dünya
Barışını tesis etme amaçları devam etmiş ve bu amaçla 26 Haziran 1945’de San
Fransisco’da Birleşmiş Milletler Antlaşması imzalanmıştır. Birleşmiş Milletler
Antlaşması, insan hakları kavramına geniş yer vermiş ancak bu hakları tek tek
tanımlamamıştır. Bu tanımlama eksikliği 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş
Milletler Genel Kurulunda ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabul
edilmesiyle giderildi.
Birleşmiş Milletler
Teşkilatının başlıca kuruluş amaçlarından biri, antlaşmanın değişik
maddelerinde de belirtildiği gibi, “insan haklarına ve temel özgürlüklerine
karşı saygıyı sağlamak ve geliştirmek”ti. İnsan Hakları Evrensel
Bildirisi bu yolda atılmış ilk adım sayılır. Artık ikinci aşamada bir haklar ya
da ilkeler dizisi değil, katılan devletlere uluslararası hukuki yükümlülükler
yükleyen bağlayıcı nitelikte bir sözleşme ya da sözleşmelerin hazırlanması idi.
Bu çalışmalar 20 yıl sürdü. Bu çalışmalar sırasında klasik haklar ile sosyal
hakların aynı sözleşmede düzenlenmesi tartışıldı ancak sonuçta iki ayrı
sözleşme ile düzenleme yapılmasında karar kılındı. Böylece hazırlanan metinler “Kişisel
ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (International
Covenant on Civil and Political Rights) ve “ Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara
İlişkin Uluslararası Sözleşme” (International Covenant on Economic,
Social and Cultural Rights) adlarıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 16
Aralık 1966 tarihli toplantısında oylanarak kabul edildi.
Ancak bu antlaşmaların yürürlüğe
girebilmesi için bir on yıl daha beklemek gerekmiştir. Çünkü her iki metin de
yürürlük şartı olarak en az 35 devletin Sözleşmeleri onaylayıp katılma
belgelerini Genel Sekreterliğe vermesini öngörmekteydi. Bu şart, 1976 Ocak
ayında yerine getirildi ve Sözleşmeler ( İkiz Sözleşmeler diye bilinir ) bu
tarihte yürürlüğe girmiş oldu. Türkiye Birleşmiş Milletler Antlaşmasını 15
Ağustos 1945’de onaylayarak kabul etmiştir. Ancak ikiz sözleşmeleri
imzalamamıştı. Türkiye ile sözleşmeyi imzalamayan ülkeler Antigua ve Barbuda,
Bahamalar, Bahreyn, Bhutan, Birlesik Arap Emirlikleri, Brunei Sultanligi,
Endonezya, Fiji, Katar, Kazakistan, Kiribati, Komor Adalari, Küba, Marshall
Adalari, Moritanya, Mikronezya, Myanmar, Niue, Oman, Pakistan, Papua Yeni Gine,
Saint Kitts ve Nevis, Saint Lucia, Samoa, Suudi Arabistan, Singapur, Svaziland,
Tonga, Tuvalu, Vanuatu gibi çoğunluğunu pek de bilinmeyen devletlerin
oluşturduğu ülkelerdir. Buna karşılık Bulgaristan, Irak, İran, Libya,
Moğolistan, Peru, Senegal, Şili, Uruguay, Ürdün ve Venezüela gibi devletler de
ikiz sözleşmeleri imzalamışlardır. 191 Birleşmiş Milletler Üyesi Devletten
148’i sözleşmeleri imzalamıştır. Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan 6
temel insan hakları belgesi vardır. Bunlar “İşkence veya diğer Zalimane
Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler
Sözleşmesi”, “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin
Uluslararası Sözleşme, “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesi, “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme” ile birlikte sözünü ettiğimiz İkiz
Sözleşmelerdir.
Türkiye İkiz
Sözleşmeleri 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır. Ancak
TBMM onayına sunulmamıştır. 2001 yılı Ulusal Programı ‘Siyasi Kriterler’
başlığı altında, İkiz Sözleşmelere taraf olunması ‘orta vadeli’ hedefler
arasında yer almaktadır. Ayrıca ‘Katılım Ortaklığı Belgesi’ de sözleşmelere
taraf olunması beklentisini ifade etmekteydi.
Türkiye bu sözleşmeleri
15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır. Fakat TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe
konulmamıştır. İmzalandıktan sonra 3 yıla yakın bir süre geçtikten sonra AB
uyum paketleri çerçevesinde 6. Uyum Paketi içinde gündeme geldi. “Siyasi
ve Medeni Haklar Sözleşmesi” Abdullah Gül başbakanlığında kurulan hükümet
döneminde Aralık 2002 yılında meclise sevk edildi. “Ekonomik, Sosyal ve
Kültürel Haklar Sözleşmesi” Nisan 2003 yılında Başbakan R.Tayyip Erdoğan
döneminde meclise sevk edildi. Sözleşmeler 4 Haziran 2003 günü 4867 ve 4868
sayılı kanunlar ile TBMM’de kabul edildi. Kabul edilen sözleşmeler 17 Haziran
2003 günü Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylandı. Onaylanan
sözleşmeler 18.06.2003 gün ve 25142 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak
yürürlüğe girdi. Türkiye sözleşmeleri ‘3 beyan” ve “1 çekince” ile onaylamayı
uygun bulmuştur.
İkiz Sözleşmelerin her
ikisinde de birinci maddede yer alan “Self-Determination İlkesi” yani “Halkların
Kendi geleceklerini belirleme hakkı” en çok tartışılan madde oldu. Bu
tartışmalara geçmeden önce şunu belirtmek gerekir ki bu sözleşmelerde sadece
‘kendi kaderini tayin hakkı’ düzenlenmiyor. Sözleşme, temel hak ve
özgürlüklerin serbest bir biçimde kullanılması ve devletlerin hukuka uygun
davranması amacıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve ek protokollerine
benzer hükümler getirmiştir. Bu haklar: Yaşama Hakkı (md.6), İşkence Yasağı
(md.7), Kölelik Yasağı (Md.8), Özgürlük ve Güvenlik Hakkı (md.9), Tutulanların
Hakkı (Md.10), Borç Nedeniyle Hapis Yasağı (md.11), Seyahat Özgürlüğü (Md.12),
Yabancıların Sınırdışı Edilmesine Karşı Usuli Güvenceler (md.13) , Adil Yargılanma
Hakkı (md.14), Kanunsuz ceza Olmaz İlkesi (Md.15), Kişi Olarak Tanınma ve Özel
Hayatın Gizliliği Hakkı (Md.16,17), Düşünce,Vicdan ve Din Özgürlüğü (Md.18),
İfade Özgürlüğü (Md.19), Savaş Propagandası ve Düşmanlığı Savunma Yasağı
(Md.20), Toplanma ve Örgütlenme özgürlükleri (Md.21,22), Ailenin Korunması /
Çocukların Hakları (Md.23,24), Siyasal Haklar/Hukuk Önünde Eşitlik (Md.. 25.26)
Azınlıkların Korunması (Md.27.)Yine Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin
Sözleşmenin 20.maddesine göre her türlü savaş propagandası hukuk tarafından
yasaklanır. Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden her hangi bir
ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır.
Diğer sözleşme olan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası
Sözleşme de Sosyal Devlet İlkesinin ve başta sağlık, eğitim ve kültür olmak
üzere hizmetlerden yararlanmada eşitlik ilkelerinin getirilmesini somut bir
biçimde ele alan önemli bir sözleşmedir. Özellikle 1980’ler sonrasında tüm
dünyada uygulanagelen neo-liberal politikalar altında zedelenen sosyal devlet,
bu sözleşme ile net şekilde ortaya konuyor. Örneğin İlköğretimin ücretsiz
olması yükümlülüğü getiriliyor ve bu kapsama, ‘okula ulaşım’, ‘yemek’, ‘ders,
araç ve gereçleri’ ve ‘defter ve kitaplar’ giriyor.
III.
TÜRKİYE’NİN KOYDUĞU BEYAN VE ÇEKİNCELER
“Kişisel ve Siyasal
Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme”nin ilk maddesi ile ikiz sözleşmelerin
ikincisi olan “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası
Sözleşme”nin ilk maddesi ortaktır ve ‘Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı’
başlığı ile şöyle düzenlenmiştir.
“1. Bütün halklar kendi
kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal
statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini
serbestçe sürdürebilirler.
2. Bütün halklar
uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası
ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları
ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir
halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiç bir koşulda yoksun bırakılamaz.
3. Kendini Yönetemeyen
ve Vesayet altındaki Ülkelerden sorumlu olan Devletler de dahil bu Sözleşmeye
Taraf bütün Devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için
çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka
saygı gösterir. “
Birinci beyan: Türkiye
bu ilk maddeyi beyanda bulanarak kabul etmeyi uygun bulmuştur. Beyan:
“
Türkiye Cumhuriyeti bu sözleşmeden doğan yükümlülüklerini BM yasası (Charter)
(özellikle 1 ve 2. maddeler) çerçevesindeki yükümlülüklerine uygun olarak
yerine getireceğini beyan eder. “ Sözleşmenin bu
maddesi ile ilgili beyanda bulunan ülke sayısı ‘6’dır. Ülkemiz bu konuda yani
“halkların kendi kaderini tayin hakkı” ile ilgili beyanda bulunan yedinci ülke
olmaktadır. Diğer ülkeler bu konuda bir beyanda bulunmaya gerek duymamışlardır.
Türkiye’nin atıf
yaptığı Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 1. maddesi “Birleşmiş Milletlerin
Amaçları’ başlığı ile düzenlenmiştir. Maddenin birinci bendi “Uluslararası
barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla, barışı bozmaya yönelik tehditleri
önlemek, kaldırmak, saldırganlık ve öteki barış bozucu eylemleri bastırmak
üzere etkin toplu önlemler almak, barışçı yollarla adalet ve uluslararası hukuk
ilkelerine uygun olarak barışın bozulmasına neden olabilecek uluslararası
anlaşmazlık ya da durumların düzeltilmesi ve çözümünü sağlamak” amacını
belirtmektedir. Türkiye beyanda bulunurken toprak bütünlüğü ve ulusal güvenlik
esasını korumak için hareket etmiştir. Ancak birinci madde ifade tarzı ile
Türkiye’nin bu endişesini gidermekten uzaktır.
Türkiye’nin atıf
yaptığı BM anlaşmasının ikinci maddesi ise bu konuda Türkiye’ye birinci
maddeden daha fazla güvence verir gözükmektedir. Sözkonusu ikinci maddenin
dördüncü bendine göre “ Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde
herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlıklarına karşı
ya da Birleşmiş Milletler’in amaçlarıyla bağdaşmaz bir başka biçimde güç
tehdidinde bulunmaktan ya da güç kullanmaktan kaçınır.” Yine aynı
maddenin yedinci bendine göre “Bu antlaşmanın hiçbir hükmü ne özü yönünden
bir devletin ulusal yetkisi içinde bulunan işlere, Birleşmiş Milletler’in
karışmasına yetki verir, ne de üyeleri, bu gibi işleri, bu antlaşma gereğince
bir çözme yöntemine bağlamaya zorlar; bununla birlikte, yedinci bölümde yer
alan zorlayıcı önlemlerin uygulanmasına bu ilke hiçbir biçimde engel olmaz.”
Türkiye bu beyanlarla, “halkların kendi kaderini tayin hakkı” bahanesiyle diğer
devletlerin kendi içişlerine karışmasını engellemek istemiştir. Ancak bunu bir
‘çekince” ile yapmak yerine ‘beyan’ ile yapmıştır.
İkinci Beyan:
“Türkiye Cumhuriyeti,
bu sözleşmenin hükümlerinin yalnızca diplomatik ilişkisi bulunan Taraf
Devletlere karşı uygulanacağını beyan eder.” Bu
beyan ile Türkiye, diplomatik ilişkisinin olmadığı ülkelere karşı bir
yükümlülüğünün doğmamasını esas almıştır.
Üçüncü Beyan:
“Türkiye Cumhuriyet, bu
Sözleşme’nin ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasasının ve yasal ve idari düzeninin
yürürlükte olduğu ülkesel sınırlar itibarıyla onaylanmış bulunduğunu beyan
eder.” Bu beyan ile Türkiye, antlaşma ile ülkesel
sınırları dışındaki uygulamalardan sorumlu tutulmasını önlemek istemiştir.
Türkiye her iki
antlaşmaya birer tane de çekince koşmuştur.
Kişisel ve Siyasal
Haklara İlişkin Sözleşme’ye konulan çekince:
“Türkiye Cumhuriyeti,
Sözleşme’nin 27.maddesini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve 24 Temmuz 1923
tarihli Lozan Barış Andlaşması ve Ek’lerinin ilgili hükümlerine ve usullerine
göre uygulama hakkını saklı tutar.”
Sözleşmenin 27.maddesi
azınlıkların korunması başlığı ile şu şekilde düzenlenmiştir. “ Etnik, dinsel
veya dil azınlıklarının bulunduğu Devletlerde, bu azınlıklara mensup olan
kişiler, kendi gruplarının diğer üyeleri ile birlikte, kendi kültürlerinden
yararlanma, kendi dinlerine inanma ve bu dine göre ibadet etme, ya da kendi
dillerini kullanma hakkından yoksun bırakılmayacaklardır”
Türkiye bu çekince ile
‘azınlıklar’ kavramının genişletilerek uygulanmasını önlemek istemiş; azınlık
tanımı ve hakları konusunda Anayasamız ve Lozan Andlaşması’nın özellikle
azınlıklar ile ilgili maddelerini saklı tutmuştur.
Türkiye Ekonomik,
Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşmeyi de bir çekince ile uygun
bulmuştur.
Ekonomik, Sosyal ve
Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme’ye konulan çekince:
“Türkiye Cumhuriyeti,
Sözleşme’nin 13. maddesinin (3) ve (4). Paragrafları hükümlerini, Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın 3, 14 ve 42. Maddelerindeki hükümler çerçevesinde
uygulama hakkını saklı tutar.”
Sözleşmenin sözkonusu
13. maddesi ‘Eğitim Hakkı’ başlığı ile düzenlenmiştir. İlgili maddenin
Türkiye’nin çekince koyduğu 3 ve 4. maddeleri şu şekilde düzenlenmiştir.
“3.
Bu sözleşmeye taraf devletler, ana babaların veya –bazı durumlarda- yasal
yoldan tayin edilmiş velilerin çocukları için, kamu makamlarınca kurulmuş
okulların dışında, Devletin koyduğu ya da onayladığı asgari eğitim
standartlarına uygun diğer okulları seçme özgürlüğüne ve çocuklarına kendi
inançlarına uygun dinsel ve ahlaki eğitim verme serbestliklerine saygı
göstermekle yükümlüdürler.
4.
Bu maddenin hiç bir hükmü, bireylerin ve kuruluşların eğitim kurumları kurma ve
yönetme özgürlüklerini kısıtlayacak şekilde yorumlanamaz; bu özgürlüğün
kullanılması, daima, bu maddenin 1.fıkrasında ortaya konmuş olan ilkelere
uyulmasına ve böyle kurumlarda verilen eğitimin Devlet tarafından
belirlenebilecek asgari standartlara uygun olması gereğine bağlıdır.”
Türkiye bu maddeyi
Anayasamızın 3.maddesi yani devletin bütünlüğü ve dilini düzenleyen maddeyi;
14.maddesi temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmaması ve 42.maddesinde
düzenlenen Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi hükümleri çerçevesinde uygulamayı
esas almış ve çıkabilecek olası uyuşmazlıklara karşı tedbirli olmayı
planlamıştır.
Kişisel ve Siyasal
Haklara İlişkin Sözleşmenin 47. maddesine ve yine Ekonomik ve Kültürel Haklara
ilişkin sözleşmenin 25. maddesine göre “Bu Sözleşme’nin hiçbir hükmü, tüm
halkların doğal zenginlik ve kaynaklarından tam olarak ve özgürce yararlanma ve
bunları kullanma konusunda kendiliklerinden sahip bulundukları hakları haleldar
edecek şekilde yorumlanamaz.” Türkiye, bu madde ile ilgili herhangi bir çekince
veya beyanda bulunmamıştır. Tüm halkların “kendiliklerinden sahip bulundukları
haklar” hiçbir şekilde engellenemeyecektir. Ama “kendiliklerinden sahip
bulunacakları haklar”ın kapsamı nasıl belirlenecek? “Halklar” kavramı da yine
burada bir sorun olarak ortaya çıkıyor.
Son olarak Anayasamızın
90. maddesinde usulüne göre yürürlüğe konulmuş ‘Uluslararası Antlaşmaların’
geçerliliği ve bağlayıcılığını ortaya koyan 5. fıkrasına bakmakta fayda var:
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.
Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa mahkemesine
başvurulamaz.” Kanunlar hakkında belirli şartlar ile Anayasaya aykırılık
iddiası ile Anayasa Mahkemesine gidilebilirken, usulüne göre yürürlüğe konulmuş
uluslararası antlaşmalar hakkında Anayasa Mahkemesine gidilemez. Dolayısıyla
uluslararası antlaşmalara hukukumuz bir nevi kanunun üstünde bir yer
tanımıştır.
IV.
“HALKLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI” VE “ AZINLIK” KAVRAMLARI
Sözleşmeler Türkiye
tarafından Ağustos 2000’de imzalanmış fakat yürürlüğe girmesi aradan 3 yıl
geçtikten sonra gerçekleşmiştir. Sözleşmelerin Resmi Gazetede yayınlanarak
yürürlüğe girmesi ile kamuoyunda sözleşmelerin Türkiye’nin ulusal güvenliğine ve
içişlerine karşı tehlikeler içerdiği eleştirileri yapılmıştır. Özellikle her
iki sözleşmenin ilk maddesinde yer alan halkların kendi kaderini tayin hakkı
eleştirilmiş ve Türkiye’nin bu madde vasıtasıyla bölünmeye doğru sürükleneceği
ifade edilmiştir.
Birinci Dünya Savaşının
bitmesinden sonra yoğun açlık ve sefalet döneminde yeniden kurulacak Dünya’da
söz sahibi olmanın planlarını yapan ABD’de Başkan Thomas Wilson 8 Ocak 1918’de
Kongre’ye gönderdiği mesaj ile ’14 Nokta’ diye bilinen ondört maddelik Wilson
prensiplerini açıkladı. Wilson bu ondört madde ile Birinci Dünya Savaşından
yenik ayrılan milletlerin de hakları olduğunu, Dünya Barışının tesisi için bir
cemiyet oluşturulmasını ve küçük milletlerin ve sömürge altındaki Doğu
Halklarının da kendi kaderlerini tayin hakkı olduğunu ifade etmiştir. Aslında
burada ABD, yeni oluşacak Dünya konjontüründe, büyük sömürge devletleri olan
İngiltere, Fransa ve Almanya gibi devletlerin Doğu üzerindeki egemenliklerine
son vererek kendisine yeni pazarlar bulma çabasındaydı. Bu amaçla da “Doğu’nun
sömürge milletlerinin bağımsızlığı” fikrini işliyordu. Wilson’un katkıları ile
Cemiyet-i Akvam ya da Milletler Cemiyeti oluşturulmuşsa da diğer devletlerin bu
cemiyete üye olmasına rağmen ABD kongresi cemiyete üye olmayı reddetmiştir.
Daha sonraki gelişmeler de ABD’nin bu fikirlerinde samimi olmadığını teyit
etmiş ve İkinci Dünya Savaşı patlak vermiştir.
Wilson’dan sonra ABD
Başkanı Franklin Roosevelt ünlü “dört özgürlük” demecinde bulunmuştur. Başkan
Roosevelt Kongreye sunmuş olduğu 6 Ocak 1941 tarihli mesajında, insanlığın dört
temel özgürlüğünün – Söz ve anlatım özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, yoksulluktan
kurtulma özgürlüğü, korkudan ve endişeden kurtulma özgürlüğü- bütün dünyada
gerçekleşmesi gerektiği temennisinde bulunmuştur.
Wilson ve Roosevelt’in
çabalarıyla gündeme gelen ulusların kendi kaderlerini belirleme ve yoksulluktan
kurtulma özgürlükleri daha sonra Uluslararası metinlere girmeye başlamıştır. BM
Genel Kurulu tarafından 1960 yılında kabul edilen 1514 sayılı “Sömürge Halklarına
ve Ülkelerine Bağımsızlık Verilmesi Bildirgesi” halkların kendi kaderini
belirleme hakkı olan “self-determination” hakkına yer vermiştir. İkiz
sözleşmelerdeki birinci maddelerde yer alan “self-determination” hakları da
sömürgeciliğin tasfiyesi amacıyla kabul edilen bildirgeden aktarılmıştır. Ancak
bu hakkın bu amaçla aktarılması bu maddenin, bugün bazı kişilerce iddia
edildiği gibi sadece sömürgecilikten kurtulma durumunda uygulanabileceği
anlamına gelmiyor. Nitekim 1970 yılında BM Genel Kurulunda kabul edilen 2625
sayılı “Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirgesi” self-determination hakkının
ulus devletlerde kullanılmasına ilişkin esasları düzenlemiştir. Yani madde
sadece sömürgeciliğin tasfiyesi ile ilgili değildir. Bu bildirgeye göre rejimin
demokrasi olmadığı ülkelerde bu hak kullanabilecek. Rejimin demokrasi olduğu
ülkelerde temsili demokrasinin bütün halkı temsil edebilecek mahiyette olması
gerekiyor. Aksi halde yani bütün halkların temsil edilemediği temsili
modellerde self-determination hakkının kullanılması sözkonusu olabilecek.
‘Self-determination’ ilkesi 1993 tarihli Viyana Dünya İnsan Hakları
Konferansında da aynen teyit edildi. Bu konferansta “Hiçbir ayrım yapmadan, tüm
toplumu temsil eden demokratik devletlerde, self-determinasyon ilkesinden
yararlanılamaz.” denilmiştir. Bu ifadeden ayrım yapan, tüm toplumu temsil
etmeyen devletlerde bu hakkın uygulanabileceği fikri ortaya çıkıyor. Yani
sadece sömürgecilikten kurtulmak için uygulanabileceği savı yanlışlanmış
oluyor.
Türkiye’nin ikiz
sözleşmelerden önce onayladığı Birleşmiş Milletler Antlaşmasının birinci
maddesinin ikinci bendi “ halkların, hak eşitliği ve kendi yazgılarını
belirlemeleri ilkesine saygı temeli üzerinde uluslararası dostça ilişkiler
geliştirmek ve evrensel barışı güçlendirecek öteki uygun önlemleri almak”
şeklinde düzenlenmiştir. Bu maddede “halkların kendi kaderlerini belirlemeleri
ilkesine yani self-determination ilkesine saygı temeli” belirtilmiştir. Ancak
bazılarının ifade ettiği gibi bu madde İkiz Sözleşmelerdeki ‘Self-Determination’
ilkesini tam anlamıyla karşılamamaktadır. Birleşmiş Milletler Antlaşması bir
haklar ve ilkeler dizisidir. Katılan devletlere açıkça hukuki yükümlülükler
yüklememiş, yükümlülükler açıkça tanımlanmamış ve bir denetim mekanizması
öngörmemiştir. Daha önemlisi bağlayıcı nitelikte bir sözleşme değildir. Oysa
İkiz Sözleşmeler denetim mekanizmalarını ve hakları açık bir dille anlatmıştır.
Zaten sözleşmelerin amacı da Birleşmiş Milletler Antlaşmasının kağıt üzerinde
kalmadan uygulanması ve taraflara yükümlülük yükleyerek bağlayıcılık vasfını
kazandırmaktır.
İkiz sözleşmelerin ilk
maddelerinde düzenlenen ‘halkların kendi kaderini tayin hakkı” ifadesi
anlamlandırılırken burada geçen halk ifadesi ne anlama gelmektedir. Kimlerin
kendi kaderini tayin hakkı olacaktır. ‘Halk’ tanımı hukuki belgelerde
tanımlanmamıştır. Taha Akyol’a göre burada ki halk tanımı etnik grupları
kapsamaz. Tamamen sömürgeciliğin tasfiyesi ile ilgili bir kavramdır. Ana
ülkeyle hiçbir eşit hakka sahip olmayan, istila edilerek egemenlik kurulmuş bir
“sömürge”nin halkı bu hakkı ileri sürebilir. Dolayısıyla bu hak çok uzun süre
birlikte ve aynı hukuki statüde yaşamış olan ulus devletlerin vatandaşlarını
etnik gruplara bölmek için kullanılamaz. Konunun uzmanlarından olan Prof. Ali
Karaosmanoğlu’na göre “Kendi kaderini tayin meselesi tamamen sömürgecilikle
ilgilidir. BM kurumlarının bunu doğrulayan çok sayıda kararı vardır.
Türkiye’nin bu sözleşmeleri imzalamasında bir sakınca yoktur çünkü Türkiye’ye
karşı kullanılamaz.” Yine Dış Politika konusunda uzman Prof.Baskın Oran’a göre
bu maddede kastedilen halklar ancak bir ülkenin bitişiğinde bulunmayan
sömürgeleri veya içindeki kabileleri ifade eder. Örneğin Türkiye’nin
dahilindeki bir etnik grup kendisini ‘halk’ ilan ederek bu haktan yararlanamaz.
Arada bir deniz veya başka bir ülke bulunmalıdır. Zaten bu madde böyle
yorumlanmamış olsa 145 ülke bu sözleşmeleri onaylamazdı.
Oysa yukarıda da
açıkladığımız gibi ‘2625’ sayılı BM kararı ‘halk’ ifadesini daha geniş
yorumluyor. Ayrıca sözleşmelerin birinci maddesinde maddeyi sadece sömürge
halkları için algılamamıza izin verici bir ifade yok. Tersine maddede “bütün
halklar” ifadesi ile geniş yorumlanacağı anlamı çıkıyor.
Peki ‘halk’ kavramı ile
‘azınlık’ kavramı arasında ne fark var? Uluslararası hukuka göre azınlıkların
kendi kaderini tayin hakkı yok. Oysa halkların kendi kaderini tayin hakkı var.
Ayrım bu açıdan önemli. ‘Azınlık’ ülkelerin bünyelerinde barındırdıkları,
kurucu ve egemen ulustan olmayan, farklı dinsel ve etnik grupları ifade eder.
Lozan andlaşmasına göre azınlık kavramı sadece dini azınlıkları “Rumlar,
Museviler ve Ermeniler”i kapsar. Birleşmiş Milletler’in komisyon çalışmalarında
ise azınlık olarak güçlü bir bağlılık ve aidiyet duygusu, sayısal olarak
çoğunluğu oluşturan halktan az olmak, etnik, dini ya da dilsel özellikler
göstermek gibi özellikler ağır basmaktadır. Şubat 1995’de Avrupa Konseyince
kabul edilen ve 1 Şubat 1997’de yürürlüğe giren “Ulusal Azınlıkların Korunması
Sözleşmesi”ne göre azınlıkların asimilasyona karşı koruma, ayrıcalığın yasaklanması,
eşit muamele ve devlet yaşamına katılımın desteklenmesi hakları var. Dikkat
edileceği üzere burada “kendi kaderini tayin hakkı” yok. Uluslararası hukuk
azınlıklara grup olarak kollektif haklar tanımamakta azınlıkların tek tek
üyelerinin bireysel hakkı olarak biçimlendirilmesi esas olmaktadır. Oysa “halk”
kavramında böyle bir sınırlandırma yoktur. “Halkların Kendi Kaderlerini Tayin
Hakkı” kollektif bir hakkı ifade etmektedir. “Kendi kaderini Tayin Hakkı” iki
şekilde somutlaşmaktadır. Birincisi bağımsızlığı esas alan dışsal kaderini
tayin hakkı; ikincisi ise içinde yaşadığı devlet sınırları içinde kendi
kaderlerini belirleme hakkıdır. Bu ise kollektif haklar çerçevesinde politik
diyalog yöntemiyle kendisine statü belirlemektedir.
V.
SONUÇ
Bazı siyasetçilere göre
‘halk’ karşılığı ‘kavim’ karşılığıdır. Henüz millet haline gelmemiş etnik
grupları da kapsamaktadır. Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya ve
Kosova “Self-Determination” ilkesiyle Yugoslavya’dan koparıldılar. Bu
siyasetçilere göre Türkiye büyük bir komplo ile karşı karşıyadır. İkiz
sözleşmelerdeki ‘halk’ kavramı belirsiz bir kavramdır. Ancak bazı hukukçuların
ifade ettiği gibi yalnızca sömürge altında bulunan halklar için
uygulanabileceği fikrine katılmıyorum. Dünya’daki sömürge devletlerin yoğun
olduğu dönemlerde bu fikrin zikredilmesi ve bu dönemlerde uygulanması, hep bu
amaçla uygulanacağı anlamına gelmez. “Bütün halkların” ifadesi bunu ortaya
koymaktadır. Önemli olan hangi hal ve şartlarda ‘halk’ kavramına nasıl anlam
verileceği ve bu kavrama dayanarak Türkiye’den neleri yapmasının isteneceğidir.
Bu yüzden “Sözleşmenin diğer maddeleri esasen olumlu hükümler içeriyor. Ayrıca
Türkiye ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin’ yargılama yetkisini kabul ettikten
sonra ve bunu da iç hukukta bir ‘yargılamanın iadesi’ sebebi yaptıktan sonra bu
sözleşmelerin de onaylanması Türkiye için tehlike doğurmaz.” şeklindeki bir
yaklaşım gerçeği yansıtmayabilir. Türkiye konuyu dikkatle takip etmeli ve
bölgede her zaman güçlü konumunu sürdürme gayreti içinde olmalıdır. 19 Haziran
2003 tarihinde TBMM’de kabul edilen 4903 sayılı yasa ile 3984 sayılı Radyo ve
Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 4.maddesinin birinci
fıkrasının dördüncü cümlesi “ Ayrıca, kamu ve özel radyo ve televizyon kuruluşlarınca
Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı
dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir.” olarak değiştirilmiştir. Ayrıca yerel
yönetimleri güçlendirmeye yönelik olan ve merkezden yerele geniş yetki
devirleri öngören “Yerel Yönetimler Yasası” çalışmaları son aşamaya gelmiştir.
Bütün bunlar esasen doğru düzenlemelerdir. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu
stratejik öneme haiz topraklar ve hassas güç dengeleri gözetildiği zaman çok
daha dikkatli olunması gerektiği aşikardır. Bütün bunlara bir de artık
“halkların kendi kaderini belirleme hakkı” ilave edilmiştir.
. 1978 yılında Lice
ilçesi Fis köyünde 25 kişinin katılımıyla kurulan yasadışı örgüt pkk, 1984
yılında devletle silahlı mücadeleye başladı. Bu tarihten itibaren 15 yıl
boyunca sürekli eylemler yapmış ve pek çok kişinin hayatını kaybetmesine sebep
olmuştur. 15 Şubat 1999’da örgütün başı terörist Abdullah Öcalan’ın
yakalanmasından sonra örgüt strateji değişikliğine gitti. 11 Eylül
Saldırılarının ardından Dünya Kamuoyunun yönü ‘terör’e döndü. Oysa Türkiye
yıllardır terörden en çok zarar gören devlet konumundaydı. Ama Dünya Kamuoyu
bunlarla ilgilenmedi. İlgilenmek bir yana sürekli Türkiye aleyhine faaliyette
bulundular. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin ısrarlı çabalarıyla
Brüksel’de 27 Aralık 2001’de Avrupa Konseyi terörle mücadele için özel
tedbirlerin uygulanmasına dair kararını açıkladı. Bu kararla bir de ‘Ortak
Terör Örgütleri Listesi’ açıklandı. Türkiye’nin uzun süredir ‘Ortak Terör
Örgütleri Listesi’ne girmesi için uğraş verdiği pkk ve dhkp-c örgütleri; bu
dönemde yapılan yoğun temaslara rağmen bu listede yer almadı. Türkiye
girişimlerini devam ettirdiyse de 16 Nisan 2002’de terör örgütü pkk aldığı bir
kararla örgütün ismini ‘Kadek’ ( kürdistan özgürlük ve demokrasi kongresi )
olarak değiştirdi. Tam da Türkiye’nin AB nezdinde terör örgütleri listesine
girmesi için girişimlerini hızlandırdığı bir zamanda yasadışı örgüt ismini
değiştirdi. Ne gariptir ki; terör örgütünün ismini değiştirmesinden sonra
Brüksel’de ‘pkk’nın da terör örgütleri listesine alınması kararı çıktı. Türkiye
Kadek’in de sözkonusu listeye alınması için temaslarını devam ettirmektedir.
Yasadışı örgüt isim
değişikliğini yaptıkları 16 Nisan 2002 tarihinden itibaren mücadelelerini
demokratik zeminde sürdüreceklerini ve silahlı mücadelenin durdurulduğunu iddia
etti. Belki de artık mücadelesini siyasi platformda sürdürmek istiyor. Bu
yüzden böylesi bir dönemde Türkiye’nin imzaladığı ‘İkiz Sözleşmeler’ daha bir
önem arzetmeye başlıyor.
Aralık 1999’da yapılan
Helsinki Zirvesi ve ardından açıklanan ‘Helsinki Deklarasyonu’ Avrupa
Birliği’nin Türkiye’nin bünyesinde barındırdığı kültürel farklılaşmaları da
birer azınlık olarak kabul etmek istediklerini ortaya koyuyor. Yani Avrupa
Birliği, Lozan Andlaşmasında ki azınlık kavramını genişletmek istiyor.
Yunanistan’ın eski
Kültür Bakanı Melina Mercury, ölmeden önce, bir harita yayınladı ve bunu 200
bin adet bastırarak her yere dağıttı. Bu haritaya göre Türkiye 5 bölgeye
bölünmüş. Kuzeyde Pontus imparatorluğu, güneyde Araplar, Doğu Anadolu içlerine
kadar uzanan İstanbul’da dahil olmak üzere Megali-İdea veya Enosis’in bir
uzantısı olan bir bölge tesbit edilmiştir. Bir başka haritada ise Karadeniz
Bölgesinde Karadeniz Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Doğu Anadolu’da Ermeni
Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Diyarbakır’dan başlayıp Çukurova’ay kadar uzanan
bölgede Kürdistan Sosyalist Cumhuriyeti; yine Çukurovadan başlayıp Konya’nın
güneyine kadar olan bölgede bir Arap Halk Cumhuriyeti, Ege ile Marmara
bölgelerinde ise bir Yunan Sosyalist Halk Cumhuriyeti var. Orta Anadolu bize
kalmış diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz çünkü burda da bir Karaman Sosyalist
Cumhuriyeti var.
Bundan 85 yıl önce
yapılan Mondros Ateşkes Andlaşması şartlarına karşı direnmeyi başaran ve
ardından yapılan Sevr Andlaşmasını da geçersiz kılarak Milli Mücadeleyi kazanıp
Lozan Andlaşmasını imza ettiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti için düşman
uğraşmayı ve topraklarımız üzerindeki emellerini sona erdirmemiştir.
İçlerindeki “Türk Düşmanlığını” devam ettirmektedirler.
Türkiye Güneydoğu
Anadolu’da gerçekleştirdiği GAP projesiyle bölgeye hayat vermenin ötesinde daha
büyük gelişmelerin planlarını yapıyor. Orta Doğu için su, petrol kadar
önemlidir. Ve bölge için hayati bir önem arzetmektedir. Bölge için suyun önemi
Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinin önemini daha da artırıyor. Ayrıca
İsrail’in güvenliği ve bölgedeki hakimiyetini pekiştirmesi de Türkiye’nin güçlenmemesine
bağlı. ABD’nin uluslararası hukuka aykırı olarak bölgeye ”pragmatizm temelli
demokrasi ihracı” görüntüsünde ki haksız ve hukuksuz işgali ortadadır. Türkiye
Devleti bölgedeki gelişmelerden bağımsız kalmak istememekte ancak Türk askeri o
bölgeye gitse bile Kuzey Irak’ta bir konuşlanmaya ABD dahil hiçbir grup sıcak
bakmamaktadır. Oysa bizim için önemli olan Kuzey Irak’ta cereyan edecek
hareketleri kontrol edebilmek ve burada konuşlanmaktır. ABD’nin Çekiç Güç’ten
beri bu bölge ile yakın teması ve alakası devam etmektedir. Bu yakın temastan
Türkiye’nin ne kadar kazançlı çıktığı ise geçmişe bakıldığı zaman
anlaşılacaktır. ABD’nin bölgedeki ‘Türk nüfusunu’ görmezden gelmesi ve Irak
Geçici Hükümetinde yalnızca bir Türk ün yer alması anlamlıdır. Bütün bunlar
geleceğin önemli gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. Türkiye, uzun dönemli
stratejiler yapmalı ve bu kritik bölgede her zaman güçlü olmanın planlarını
yapmalıdır. Ve meselelere her zamankinden çok daha fazla ehemmiyet
göstermelidir.
Yazan : Tamer
Soysal
Bu makaleden kısa
alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :
“Birleşmiş Milletler
İkiz Sözleşmeleri ve Self Determination İlkesi”; Türk Hukuk Dergisi, Aralık
2003, s.8-13.
"Birleşmiş
Milletler İkiz Sözleşmeleri Ve Self-Determination İlkesi" başlıklı
makalenin tüm hakları yazarı Tamer Soysal'e aittir ve makale, yazarı tarafından
Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde
yayınlanmıştır.