3 Ağustos 2016 Çarşamba

Erdoğan’ın darbe tezgâhı ve siyasal iktidarın tam fethi – Kemal Erdem




Tarih: 19 Temmuz 2016
Cemaat’ in kadrolarının Ordu içerisinde tek tek tasfiye edilmesi onun işine gelmiyordu. O bu tasfiyeyi daha büyük amaçları için bir “siyasal kaldıraç” olarak kullanmak istiyordu. Kontrollü bir şekilde Cemaat’ in Ordu içerisindeki kadrolarını bir ikilem içerisine soktu, hiç acele etmeden  onların etrafını sararak onlara darbe yapmaktan başka bir yol bırakmadı. Bu yola başvurdukları andan itibaren de zaten hazırlıklı olan Erdoğan, bu darbenin arkasına asıl kendi darbesini yerleştirdi

15 Temmuz günü akşam saatlerinde başlayan ve 16 Temmuz günü sabaha kadar süren ve Erdoğan tarafından hazırlanan ancak Fethullah Gülen Cemaati’nin kullanıldığı bir darbe tezgâhı çok açık bir şekilde sahneye kondu. Bütün dünya bir Erdoğan ve AKP şovuna tanıklık etti.
Şu ana kadar ortaya çıkan bilgiler, Erdoğan ile AKP hükümetinin Gülen Cemaati’nin darbe faaliyetlerinden haberdar oldukları ve darbenin içerisine sızarak bu darbeye bir “düşük” yaptırarak asıl kendi darbelerini gerçekleştirmiş olduklarını göstermektedir. Erdoğan birçok defa yaptığı gibi, bu sefer de kendi düşmanlarının hatalarını kendisine müttefik yaparak ve “gelen kuvvetin yönünü tersine çevirerek” kendi asıl amacına ilerleyen bir strateji uygulamıştır..
Erdoğan, MİT aracılığıyla darbeyi önceden kontrol altına alarak ve kontrollü bir şekilde gelişmesini sağlayarak, Gülen Cemaati’nin bu hatasını devleti ve siyasal iktidarı tam ele geçirmek için kullanmıştır. 15 Temmuz darbesi, MİT tarafından Gülen Cemaati’nin darbesine düşük yaptırılarak gerçekleşmiş  ve bu düşük darbe aracılığıyla asıl darbeyi Erdoğan yapmıştır. Yani darbe içerisinde darbe yapılmıştır.
Darbe sonrasında yaşananlar ve ortaya çıkan bilgiler  bu iddiamızı doğrulamaktadır.
MİT’in uzun zamandan beri Ordu içerisinde Gülen Cemaati’nin adamlarını izlediği ve bu grubun bir askeri darbe hazırlığı içinde olduğu biliniyordu. İşte bununla ilgili haber:
“Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile bağlantıları olduğu iddia edilen Akın Öztürk’ün ‘darbe yapabilecek potansiyele sahip olduğunun’ geçen yıl bir grup subay tarafından Genelkurmay Başkanlığı’na bildirildiği öğrenildi.
Türk Silahlı Kuvvetleri, devletten temizlenmeye başlanan FETÖ bağlantılarına sahip general ve amirallerin önümüzdeki günlerde yapılacak olan Yüksek Askeri Şura’da emekli edileceklerinin belli olması üzerine Orgeneral Öztürk’ün düğmeye bastığı ortaya atılan iddialar arasında. Eğer darbe başarılı olsaydı, Akın Öztürk Genelkurmay Başkanı olacaktı.” (hurriyet.com.tr/16 Temmuz 2016)
Ama kanımızca Erdoğan ve hükümet, bu grubu tek izlememekteydiler ama bu darbenin içine de adamlarını sızdırarak ve başarısız bir darbenin ortaya çıkmasını sağlayarak,  bu başarısız darbeyi bastırma görünümü altında bütün muhalefeti de bastırarak Erdoğan’a Başkanlık biçimi altında Tek Adam Diktatörlüğü’ nü açmak istiyorlardı.
CHP milletvekili Dursun Çiçek, CNN Türk’e yaptığı bir değerlendirmede üstü örtülü bir şekilde bu darbede MİT’in rolünü sorgulamış ve bu kadar yaygın bir örgütlenmeden MİT’in haberinin olmamasının mümkün olmadığını ve de bu darbenin bilerek Erdoğan ile hükümet tarafından önünün açıldığını belirtmiştir:
“Bu kadar yaygın bir örgütlenmeyi istihbaratın önceden görmemesi anlaşılır gibi değildir. Milli İstihbaratın ve Cumhurbaşkanının bu örgütlenmeden önceden haberdar olup önlem almış olması gerekirdi. Şüphe var; acaba bilerek mi tedbir alınmadı? Genelkurmay Başkanı’nın darbeciler tarafından kontrol altına alındığının anlaşılmasından sonra yerine hemen atama yapılmalıydı, gecikilmiştir. Atama zamanında yapılsaydı darbe girişimi daha az zararla engellenirdi” (hurriyet.com.tr/17 Temmuz 2016)
İlginç bir şekilde 17/24 Aralık 2013 operasyonlarından sonra, Emniyet ve Yargı içerisinde büyük bir temizlik yapan Erdoğan, Cemaat’ in Ordu içerisindeki uzantılarına dokunmadı. Hatta bu durum kamuoyunda büyük bir eleştiri konusu oldu. Bugün ortaya çıkan tablodan da anlaşılmaktadır ki, Erdoğan Cemaat’ in Ordu içerisindeki uzantılarına bilerek dokunmayarak ve etrafını tamamen kuşatarak, onları başarısız bir darbe girişiminin içerisine çekerek, bu darbeyi bastırma görünümü altında kendi darbesini derinleştirmek ve iktidarı tam ele geçirmek istemekteydi. Ordu içerisindeki Cemaat kadrolarını teker teker tasfiye etmek varken, bunu yapmayarak, onları kendi darbesini gerçekleştirmek için kullanmıştır.
MİT bu darbenin neresindedir? Bu darbeyi uzun zamandan beri izleyen MİT, hangi adamlarını bu darbeciler içerisine sokmuştur ve bu darbecileri nasıl kendi kucaklarına düşmeleri için manipüle etmiştir? Darbecilerin zamansız bir şekilde harekete geçmeleri için hükümet, bu darbeci kadrolara operasyon olacağı haberini yaymış ve onlar da bu durum karşısında hemen harekete geçmek zorunda kalmışlardır. İşte bununla ilgili Cumhuriyet’te Ahmet Şık’ın haberi:
“ Ankara’dan istihbarat kaynaklı bir takım iddialar: Ordudaki Cemaat kadrolarına yönelen soruşturmalarla ilgili 16 Temmuz sabah erkenden operasyonların ilk dalgasının yapılmasına karar verildi.  İzmir askeri casusluk davası kumpas soruşturmasın savcısı Okan Bato’nun şüpheli listesindeki askerlerin tamamı hakkında gözaltı kararı var. Bunun dışında komuta kademesindeki birçok rütbeliyi kapsayan gözaltı kararı verilmişti.
Savcı Bato’nun, Ağustos şurasından önce operasyonların başlatılması önerisi Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından onaylanmıştı. Gözaltı kararları ve yapılacak operasyonlarla ilgili Genelkurmay’a bilgi verildi onay alındı. Bu sabah 04’te operasyonlar başlayacaktı. Aralarında darbe girişimine kalkışanların da bulunduğu haklarında gözaltı kararı verilen tüm askerler teknik takip altındaydı.
15 Temmuz gündüz saatlerinde teknik izleme yapan birimler olağan dışı hareketlilik gözlemlendiğini rapor etti. Ancak ne olduğu anlaşılamadı.
15 Temmuz gecesi ise darbe girişimi ortaya çıktı. Tahminen daha ileri tarih için planlanan darbe girişiminin B planı devreye sokuldu. Jandarma ve Hava Kuvvetleri merkezli darbe girişiminin beyni Cemaat. Sayıca çok büyük değillerdi ve ordu içinden destekleri zayıf kaldı. AKP ve Erdoğan karşıtı asker ve sivillerin kendilerine destek vereceklerini, AKP yanlılarına karşı yanlarında duracağını düşündüler.” (Ahmet Şık, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2016)
Erdoğan’ın amacı tek Cemaat’ in kadrolarını Ordu içerisinde tasfiye etmek değildi. Ama bu tasfiyeyi bütün siyasal iktidarı ve özellikle Başkanlık Sistemi’nin önündeki engelleri kaldırmak için de kullanmak istiyordu. Cemaat’ in kadrolarının Ordu içerisinde tek tek tasfiye edilmesi onun işine gelmiyordu. O bu tasfiyeyi daha büyük amaçları için bir “siyasal kaldıraç” olarak kullanmak istiyordu. Kontrollü bir şekilde Cemaat’ in Ordu içerisindeki kadrolarını bir ikilem içerisine soktu, hiç acele etmeden  onların etrafını sararak onlara darbe yapmaktan başka bir yol bırakmadı. Bu yola başvurdukları andan itibaren de zaten hazırlıklı olan Erdoğan, bu darbenin arkasına asıl kendi darbesini yerleştirdi.
Cemaat’ in darbesinin bastırılmasından sonra, bu rüzgârı arkasına alan Erdoğan, 2500 savcı ve hâkimi, Anayasa Mahkemesi’nin iki üyesini ve HSYK’nın beş üyesini hemen tasfiye etti. Sanki Ordu’daki darbeyi bu kesimler yaptı? Zaten uzun zamandan beri, Erdoğan’ın yargıyı ve Anayasa Mahkemesi’ni yüzde yüz ele geçirmek için planlar yaptığı yazılmaktaydı ve Erdoğan’ın yargıyı yüzde yüz ele geçirme  planının bu darbe tezgâhı olduğu da açığa çıkmış oldu.
Erdoğan’ın “15 Temmuz Darbesi” tamamen psikolojik savaş yöntemleri üzerine oturan bir darbedir. Darbenin bastırılması görünümü altında asıl darbenin yapılması yeni bir taktik değildir. Aynı darbeyi AKP-Cemaat ittifakı, Ergenekon Komplosu ile Kemalistlere karşı yaptı. Mağduriyet yaratarak kitleleri kazanmak daha etkili olduğu için, bu tür psikolojik operasyon destekli darbeler daha tercih edilmektedir. Çünkü böyle darbelerde bastırmanın şiddeti daha yüksek olmakta ve istenilen siyasi amaca yürümek daha kolay olmaktadır. Cemaat’ in polis ve yargı içerisindeki tasfiyesine benzer bir tasfiye Ordu’da yapılmış olsaydı, bunun Erdoğan için fazla bir getirisi olmayacaktı.
Bu darbeye MİT’in önceden hazırlıklı olduğu ve her şeyin en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın ve Kuvvet Komutanlarının darbe boyunca enterne edilmelerinden bellidir. Genelkurmay Başkanı’nı gerçekten darbeciler mi rehin aldı yoksa darbeciler içindeki MİT’çiler mi rehin aldı? Erdoğan darbe sırasında Hulusi Akar’ın ve Kuvvet Komutanlarının kendisine karşı olası bir başka darbeye girişmelerini önlemek ya da Cemaat ile birlikte hareket etmelerini önlemek için, bilerek Hulusi Akar’ı ve Kuvvet Komutanlarını enterne ederek ve emir-komuta zincirini askıya alarak işlerin ters gitmesinin önünü kesmiştir. Hiç kuşkusuz bunları hemen bilemeyiz ancak Erdoğan’ın darbe mekaniğinin mantığından bunlar çıkmaktadır.
Yine Ordu içerisindeki Cemaat kadrolarının, Yüksek Askeri Şura öncesinden sıkıştırılarak darbe için harekete geçmelerinin sağlanması da manidardır. Her şeyin Erdoğan ve hükümetin lehine olacak şekilde gelişmesi, tesadüf ile açıklanacak bir durum değildir.
Bir başka ilginç durum da MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “haklı” çıkmasıdır. Kendi partisindeki muhaliflerin hareketini her fırsatta Cemaat’ in MHP’yi ele geçirme girişimi olarak sunan Bahçeli’nin, Erdoğan’ın bu darbe girişiminden haberdar olduğu ve gizli bir şekilde Erdoğan ile ittifak yaptığı anlaşılmaktadır. Bahçeli’nin partisindeki muhalifleri Cemaat ile ilişkili göstermesi tesadüf değil, Erdoğan ile yapmış olduğu gizli anlaşmanın sonucudur. Bahçeli’nin “haklı” çıkması dahi, bu darbenin perde gerisinde, Erdoğan tarafından uzun zamandan beri hazırlandığının açık bir göstergesidir. Bahçeli kendi koltuğunu kurtarma karşılığında, Erdoğan’ın darbesinde figüran olmayı kabul etmiştir.
Erdoğan 15 Temmuz olaylarında göründüğü gibi masum değildir. Cemaat’ in darbesinin arkasına kendi darbesini yerleştirmesi görüşü ne komplodur ne de yabana atılacak bir fikirdir. Karanlıklar Prensi Hakan Fidan, IŞİD üzerinden Türkiye’ye füze attırarak Türkiye’nin Suriye’ye girmesine temel hazırlamayı biliyor da, Cemaat üzerinden bir provokasyon ile  darbe yapmasını mı bilmiyor? Yoksa insanlar Erdoğan ve AKP’nin bu kadar akıllı ve yetenekleri olmadıklarını mı düşünüyorlar? Bu insanlar sandığımızdan da akıllı ve zeki insanlar.
15 Temmuz olaylarında karanlıkta kalan ve tuhaf birçok olay var. Darbeciler linç edildiği için ve tamamen itibarsızlaştırıldığı ve de tamamen kendilerini ifade etmeleri engellendiği için, hükümetin her dediği kamuoyu tarafından hemen doğru kabul edilmekte ve “yutulmakta”dır. Örneğin bu tuhaf olaylardan birisi de Meclis’in bombalanması olayıdır. Bu bombalamayı gerçekten kim yaptı? Bu bombalamanın hükümete yarayacak bir şekilde gerçekleşmesi tuhaftan da öte ve bu 15 Temmuz darbesinin en karanlık taraflarından birisidir. Darbeciler darbe ile başka siyasal güçleri de kendi yanlarına çekmek istiyorlardı ve TRT’de yayınladıkları bildiride de “demokratik ve parlamenter sisteme ve de  insan haklarına saygılı bir sistem” kurmak istediklerini belirttiler. Bunun tersi olan bir eylemi niçin yapsınlar? Buradan da Meclis’in kimin tarafından bombalandığı kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Bunun gibi bir sürü olay vardır: Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının tutuklanması, Erdoğan’ın kaldığı otelin bombalanması, Saray’ın bombalanması, MİT’in taranması, Erdoğan’ın uçağının sözde jetler tarafından taciz edilmesi vs. Bütün bunların doğruluğunu kim teyit edecek ve bunu yapanlar gerçekten kimdi? Hükümetin adamları mıydı yoksa darbecilerin adamları mıydı?
Madem MİT bu darbe tezgâhının içindedir o zaman başka sorular akla gelmektedir: MİT darbecilerin “beynine” ne kadar sızmış ve onların darbesini ne kadar hükümete yarayacak şekilde manipüle etmiştir? Darbeciler içine sızdırılan adamların ne kadarı öldürülmüş ya da çıkan çatışmalar da öldürülmüştür? Ordu içerisindeki Cemaat kadrolarının ne kadarı ajanlaştırılarak çift taraflı kullanılmıştır?
Sonra darbede başka tuhaflıklar da vardır. En kötü darbeci dahi, bir darbenin başarısı için siyasal iktidarın başını yok etmek için harekete geçer. Âmâ darbe boyunca Erdoğan ve Hükümet üyelerine yönelik hiçbir girişim olmadığı gibi, bir de bu siyasiler gece boyunca şov yaptılar (gayet rahat olmalarını da ayrıca bir kenara bırakıyorum). Sürekli bir şekilde Erdoğan ve Hükümet üyelerinin olmadığı yerler bombalandı.
TRT’ye bildiri okutmaya giden grup da tuhaf bir şekilde spikere özel kanalları nasıl keseceklerini soruyordu. Darbeciler her şeyi düşünmüşler ama özel kanalları nasıl keseceklerini düşünmemişler! İnsan sormadan edemiyor: darbecilerin bazı gruplarını yoksa onlar içine sızmış hükümet ajanları mı darbenin başarısız olması için yönetiyordu? Eğer öyleyse bu ajanlar Meclis’in bombalanması gibi olaylara da karıştılar mı?
Erdoğan darbesinin yöntemi o kadar basittir ki, bu kadar basit bir yöntemin bu kadar büyük politik sonuçlara yol açması oldukça ilginçtir. Erdoğan’ın başından beri yani hükümete geldiğinden beri önceleri Cemaat ile ve daha sonraları ise tek başına bir darbe mekaniği var ve bu mekanizma parçalı bir şekilde ilerlemektedir. Yani Erdoğan’ın siyasal iktidarı tam ele geçirme yürüyüşü zamana yayılmış ve parça parça komplolar ve psikolojik savaş yöntemleriyle ilerlemektedir.
Erdoğan’ın darbe mekaniği daha önce Ergenekon Komplosunda da gördüğümüz gibi sert ve yumuşak güçlerin birlikte kullanımına dayanmaktadır. Aynı birlikteliği 15 Temmuz darbesinde de görmekteyiz. Sert güçler de kendi içerisinde dolaylı ve dolaysız olarak ikiye ayrılmaktadır. Dolaylı güçler gizli olarak kullanılan güçlerdir ve dolaysız güçler ise devletin açık kolluk güçleridir. Yumuşak güçler ise, politik ve ideolojik güçlerdir: politikacılar, bürokratlar ve gazeteciler gibi. Bu sonuncular psikolojik savaşın yöntemlerine uygun olarak, sert güçlerin “darbelerini” halka manipüle ederek ve algının yönü ile şiddetini değiştirerek vererek, istenilen sonucu geniş kitlelere yayarlar.
Erdoğan kendi darbesinin kollarını üçe ayırarak iktidarın iplerini tam ele geçirmiştir:
1-Halk güçlerine karşı IŞİD ve El Kâide terörü üzerinden darbe vurmuş;
2-Devlet içerisindeki muhalefete Gülen Cemaati üzerinden bir komplo ile darbe vurmuş.
3-Devletin kolluk güçlerini de “terörle mücadele” görünümü altında kullanarak bütün muhalefeti bastırmaya çalışmıştır.
Birinci ve İkinci gruptaki güçler dolaylı ve gizli güçler olup, bu güçlerin darbeleri açık ve dolaysız güçler ile birleştirilerek, bütün toplum zapturapt altına alınmıştır.
Bir başka nokta da, başta ABD ve Batı olmak üzere, bazı devletlerin Erdoğan’dan kurtulmak için Gülen Cemaati’nin darbesine bel bağlamış olduğunun ortaya çıkmasıdır. Bu darbenin aslında alttan alta gizli bir şekilde Batı tarafından desteklendiği ve de Erdoğan’dan kurtulmak için Cemaat’e bel bağlandığı anlaşılmıştır. Her işi yüzüne gözüne bulaştıran Batı bu darbeyi de yüzüne-gözüne bulaştırdı ve Erdoğan’ı hafife almanın bedelini ağır ödedi. Bundan sonra Batı’da daha fazla bombaların ve terör eylemlerinin olacağından artık kuşku yoktur.
Türkiye 15 Temmuz’dan itibaren, Erdoğan’ın sinsi bir şekilde Gülen darbesinin arkasına gizlediği darbe ile daha da karanlık bir döneme girmiştir. Erdoğan 15 Temmuz darbesi ile tek Başkanlık Sistemi’nin önündeki engelleri kaldırmamış ama iktidarın iplerini de tamamen ele geçirerek, bütün ülkeyi tamamen esir almıştır!
http://sendika10.org/2016/07/erdoganin-darbe-tezgahi-ve-siyasal-iktidarin-tam-fethi-kemal-erdem/

2 Ağustos 2016 Salı

Müyesser Yıldız : "Yeni Ordu" Kararnamesiyle Anayasa Değişmeden Erdoğan "Başkomutan" Oldu


Bir kararnameyle TSK'nın yapısı A'dan Z'ye değiştirildi. Medyanın büyük bölümüne göre, bunlar "devrim"... "İşte Yeni Ordu" ve "Milli Ordu" başlıklarını atanlar da var.
Demek, Atatürk posteri assalar da "Türk Milleti" demeye başlasalar da "Yeni Türkiye" sevdasından vazgeçmemişler. "Yeni Türkiye"ye, "Yeni ordu" öyle mi?!.
Ve demek ki, bugüne kadar "milli ordu" diye bildiğimiz TSK "milli" değilmiş!..
-Genelkurmay Başkanı Artık Sıradan Bir Memur-
Son kararnameyle yapılan temel iki değişiklik şöyle:
- Genelkurmay Başkanının görev ve yetkileri değiştirildi.
- Kara, Hava ve Deniz Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlandı.
Bunları açarsak;
1970 tarihli Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine Ait Kanun'da yapılan değişikliklerle Genelkurmay Başkanının diğer kuvvetlerle bağı kesildi. Yani Kanunun 1. maddesinde, "Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır" denildiği halde, Genelkurmay Başkanı'nın komutanlığı fiilen elinden alındı. TSK'nın teamülleri terk edilip, iktidarın istediği kişiyi Genelkurmay Başkanı yapmasının önü açıldı.
İkinci düzenleme de bunun devamı. Artık Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarına sadece Milli Savunma Bakanı talimat verecek. Böylece TSK komuta kademesi resmen dağıtılmış oldu.
Bunların anlamını, en yalın haliyle Başbakan Binali Yıldırım şöyle açıkladı:
"Kuvvet Komutanları, Milli Savunma Bakanı’na bağlandı. Genelkurmay Başkanlığı, kuvvet komutanları arasından seçilir maddesi değişti. Orgeneral rütbesi alan herkes Genelkurmay Başkanı seçilebilir."
-Kararname İle Anayasa Değişikliği-
Son kararnamede, önemli bir düzenlemeye daha gidildi. Konu, "Başkomutanlık"...
Yeni düzenlemeyi anlatmadan önce eski anayasalar ile yürürlükteki anayasamızda "Başkomutanlık" meselesinin nasıl ele alındığını hatırlatalım:
1924 Anayasası'nın 40'ıncı maddesi şöyleydi:
"Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yüce varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur. Harb kuvvetlerinin komutası barışta özel kanuna göre Genelkurmay Başkanlığına ve seferde Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından tâyin edilecek kimseye verilir."
1961 Anayasası'nın "Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı" başlıklı 110'uncu maddesine gelince;
"Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin mânevî varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur... Millî güvenliğin sağlanmasından ve Silâhlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasından, Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı, Bakanlar Kurulu sorumludur... Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin komutanıdır... Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur" deniliyordu.
Halen yürürlükte olan 1982 Anayasası'nın "Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı" başlıklı 117'inci maddesi de "savaş" yerine "yurt savunmasına hazırlanmasında" kelimesinin kullanılması dışında 1961 Anayasası'ndaki düzenlemenin aynısı. Bir de şu hüküm var:
"Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup, savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir."
Mevcut Anayasa'nın Cumhurbaşkanının yetki ve görevlerini düzenleyen 104'üncü maddesinde de "Başkomutanlık" konusunda, "Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek" deniliyor.
Görüldüğü gibi, Türkiye Cumhuriyet Devleti'in kuruluşundan bu yana, "Başkomutanlık" TBMM'nin uhdesinde. Cumhurbaşkanına ise sadece "temsil" görevi verilmiş.
İşte dünkü kararnameyle Milli Savunma Bakanlığı Görev ve Teşkilat Kanunu'nda yapılan değişiklikle, Kuvvet Komutanlıklarının Milli Savunma Bakanı'na bağlanması dışında bu konuda da düzenlemeye gidildi ve denildi ki;
"Cumhurbaşkanı, Başbakan gerekli gördüklerinde kuvvet komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabilir ve bunlara doğrudan emir verebilir. Verilen emir herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilir."
Başbakan Binali Yıldırım dün gazetelerin Ankara temsilcilerine verdiği kahvaltıda konuyla ilgili olarak, "Bu demokratikleşmede son noktadır. İrade ve idare sınırlarının çizilmesi demektir. Madde neyi ifade ettiğini zaten kendisi söylüyor; doğrudan emir verme" dedi.
Türkçesi bu düzenleme, "Başkomutanlık" denmeden, Anayasa değişikliği yapılmadan, bu müessesenin Meclis'in uhdesinden alınması ve Erdoğan'ın "temsil" görevinin "fiiliyata" dönüştürülmesi değil midir?
Düşünebiliyor musunuz; Erdoğan bu kararname ile kuvvet komutanları veya astlarından doğrudan bilgi alıp, bunlara doğrudan emir verecek. Dahası kuvvet komutanları veya astları verilen emri herhangi bir makama, yani ne Genelkurmay Başkanı ne de komutanlara sormadan yerine getirecek.
Emir-komuta esasına dayanan TSK'da yaşanacak büyük karmaşa bir yana... Bu kararnameler Meclis onayına gelmeden, önümüzdeki haftalarda;
Mesela Erdoğan, Kara Kuvvetleri Komutanına "Suriye'de ŞİD'le savaşa giriyoruz" emri verdiğinde ne olacak? Meclis ve Genelkurmay devre dışı bırakılıp, bu emir yerine mi getirilecek?
Ya da yine Erdoğan KKTC'deki Komutana, "Kıbrıs'tan askerimizi çekiyoruz" dediğinde, o komutan Genelkurmay Başkanı veya Kuvvet Komutanlarına sormadan bunu yapacak mı?
Önemle hukukçuların, siyasilerin ve tüm milletimizin dikkatine sunulur!..
Son bir söz de mevcut komuta kademesine:
15 Temmuz'da sapır sapır döküldüğünüz halde istifa etmediniz.
Son düzenlemelerle, düşürüldüğünüz konum ortada. TSK'yı sizler eliyle yıktıktan sonra, "Yeni Ordu"nun komuta kademesini istedikleri gibi şekillendirecekleri de açık. Şurada 1 seneniz ya var, ya yok.
Allah aşkına, 3 günlük koltuk için değer mi? Hâlâ mı istifa etmeyeceksiniz?
Müyesser YILDIZ
1 Ağustos 2016

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Kemalizm'e son, Osmanlı ile öğünün, Fethullahçı olun



DEĞERLİ DOSTLAR;
Bu yazı 28 Şubat 2016 tarihinde yayınlanmıştı.
Aradan 5 ay geçmiş. Türkiye FETÖ darbe girişimi ile yüz yüze geldi.
Bu darbe hepimizin gözleri önünde, bağıra - çağıra geliyorum dedi..
Yetkililer (Hükümet – TSK – Muhalefet Partileri) hep sustular.
Özelikle AKP iktidarı döneminde FETÖ yandaşları hep korunup kollandı.
Bu gün FETÖ başarısız darbe girişimi gerekçe edilerek OHAL kapsamında  Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli” diyen batılıların emir ve direktifleri eksiksiz uygulanıyor.
NATO’DAN çıkmayı akıllarına bile getirmeyen/getiremeyenler tarafından TSK tasfiye ediliyor.
Bu günü CIA eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller'in şu sözleri özetliyor.
“Kemalizm'e son, Osmanlı ile öğünün”
Bu nedenlerle 28 Şubat 2016 tarihli yazımızı bir kez daha yayınlama gereği duyduk. Bu günü anlamamıza katkısı olur umarım. M. Özyürek
Darbeler’in niçin geldiğini anlamak için insanlık tarihinin gördüğü en büyük katliam devleti ABD’nin ve ABD emperyalizminin Brüksel Eyaleti, Avrupa Birliği ülkelerinin 1900’lü yıllardan bu yana Türkiye ile ilgili olarak izledikleri politikaları bilmek gerek:
ABD’li senatör Upshow’un, 1927 yılında ABD Senatosu’nda, Lozan hakkında yaptığı konuşmasını aynen aktarıyorum: 
"Lozan Antlaşması, Timurlenk kadar hunhar, Korkunç İvan kadar sefil ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatör’ün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır.
Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde ‘Türk Zaferi’ dediler."
Bir başka Amerikalı parlamenter senatör King aynı yıl senatoda yaptığı konuşmada, Türkiye’de kapitülasyonların kaldırılmış olmasının, uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu söyleyerek; “Türkler cahil, fanatik ve nefret dolu insanlardır” diyordu.
Harvard Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörlerinden Albert B.Hart, öğretim üyeleri arasında topladığı 107 imzalı bir metni, senatörlere ve hükümet yetkililerine göndermişti.
Bu metinde şunlar yazılıdır:
"Türklerin Avrupa ve uygar uluslar çerçevesinde yeri yoktur. Kemalist rejim mutlaka çökecek ve milliyetçi Türk Hükümeti’nin amaçları asla gerçekleşmeyecektir."
İngilizlerin çok saygı duydukları, yaşlı Başbakanları Gladstone, 19. yüzyıl sonlarında Türkler için şunları söylüyordu: "İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir."
1919 yılında İngiltere Başbakanı Lloyd George’un görüşleri ise şöyleydi:
"Türkler, ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Devlet kurmalarının ihtimali bile yoktur... Yağmacı bir topluluk olan Türkler, bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır."
Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye Danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, 15 Eylül 1998 günü Lingen Akademisi’nde verdiği konferansta şunları söyledi:
"Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur.
Olmadığını Türkiye’de yaşayan Türk–Kürt, Müslüman–laik, Alevi–devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu?! Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bugüne dek neden yok etmediler bilinmez."
CIA İstasyon Şefi Paul Henze, 1933 yılında bir rapor hazırlıyor: "21. Yüzyıla Doğru Türkiye."
Ve şu "Sav"ları savunuyor:
"Atatürk ilkeleri soğuk savaş döneminde görevini yapmıştır; ama 'yenidünya düzeni' ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. 'Klasik Atatürkçülük' ölmüştür. Aydınların imam-hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir. Atatürk’e 'deccal' diyen Said-i Nursi ve Nurcular ilericidir. Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler..."
İngiliz derin devletinden Andrew Duff, Eylül 2005’te şöyle demiş:
"Türkiye Avrupa’nın gerçek partneri olabilmek için klasik milliyetçi Kemalizm’le mücadele etmelidir. Devletin gücü azaltılmalıdır. Kemalizm reforme edilmeli ve bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarının duvarlarından indirilmelidir.
Türkiye artık Kemalizm’de değişme gereğiyle yüzleşmeli. Sadece yasalar, anayasa değil, Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli. Türkiye’nin, merkeziyetçi yönetim yapısından adem-i merkeziyetçi (yani federatif yapı) yapıya geçmeye ihtiyacı var. Diyarbakır’da bölgesel otonomiye varacak şekilde merkeziyetçi yapının değişmesi iyi olur. Bunu sadece Güneydoğu için değil diğer bölgeler için de öneriyorum."
Emperyalizmin sözcülerinden Reiner Albert, Almanya’nın Mannheim kentinde Katolik Teoloji Fakültesi’nde "dinler ve kültürler arası diyalog" dersleri verirken şöyle diyor:
"Türklerin Almanya’ya uyum sağlayamamalarının en büyük sorumlusu, Türkiye’de aldıkları Kemalist eğitimdir. Farklılıklara karşı son derece hoşgörüsüz bir ideoloji olan Kemalizm insanları ister istemez, Almanya’ya karşı mesafeli, hatta düşman yapıyor."
Eski CIA Türkiye şefi Graham Fuller;
"Bugün Türk devletinin bir sorunu varsa, bu da aslında Kemalizm’in değişmez bir değerler paketi olarak var olmayı sürdürmesidir. Gerekli olan devletin liberalleşmesi ve zaman içinde birçok imparatorluğu yönetmiş Türk halkının tarihsel dehasının önünün, kendisini çağdaşlaştıracak şekilde açılmasına izin verilmesidir. Kemalist 'devletçilik' anlayışı da eskide kalmıştır. Dışardan kurum ithal etme politikası ile Türkiye on yıllar boyunca biraz işlevsel bir altyapı kurmayı başardı, ancak ergenlik çağında olan bu ekonomi liberalleşme yönündeki gerçek önemli adımı, 1980’li yıllarda Cumhurbaşkanı Özal’ın özelleştirme ve ekonomiyi yabancı sermayeye açma politikaları ile birlikte atabildi.
Nerdeyse Türklerin hepsi devletçi ekonomiyi ulusal pazar ekonomisine dönüştürme ihtiyacını görüyorlar. Aynı şekilde bir zamanlar köklü kültürel devrimin pederşahi programında yer alan 'devrimcilik' ve 'reformculuk', bugün sivil toplumun sürekli gelişmesi ve devletin liberalleşmesi olarak anlaşılıyor."
Ufuk Güldemir'in CIA eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller' la yaptığı ve 26 Şubat' ta Cumhuriyet'te yayımlanan söyleşisinde en çarpıcı sözler şuydu: "Kemalizm'e son, Osmanlı ile öğünün, Fethullahçı olun!"
Kurt Ziemke, Alman asıllı Ortadoğu uzmanı, 1930 yılında "Die Neu Türkei" (Yeni Türkiye) adında bir kitap yayımlamıştır. 
Bu kitapta, Almanya’nın Türkiye’ye yönelik uygulaması gereken politika ve stratejisi anlatılmaktadır.
Bu strateji ve politikalara göre: 
"İngilizler Musul’da hedeflerine ulaşmak için bir yandan Türkiye’deki ayrılıkçı hareketlere destek verirken bir yandan Atatürkçü akımın yayılmasını engelleyecek önlemlere başvurmuşlardır. Yapılması gereken 'Laik Cumhuriyet'in hem din düşmanı, hem de Kürt düşmanı olduğu temasını ortaya atıp işlemektir."
Ziemke'nin bu projesi doğrultusunda dış ve iç Türkiye Cumhuriyeti düşmanları "dinsiz Atatürk" propagandasına 1930'larda başlamışlardır. 
Amerika, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 1945'lerde Almanya ve siyasetine el koyduğunda, 1930'ların bu Alman stratejisini hemen Türkiye'de uygulamaya başladı.
Denebilir ki, Türkiye' de Kürt ayrılıkçı hareketinin tohumları 1945'ten itibaren Amerika ve yerli işbirlikçileri tarafından atılmıştı... 
Güneydoğu'da, daha önce Atatürk'ün parçaladığı aşiret yapısını yeniden kurmak üzere, Atatürk döneminde Batı'ya sürülen aşiret reislerini, şeyhleri yeniden Güneydoğu'ya aşiretlerinin başına gönderilmesini ve DP'den milletvekili olmalarını sağlayan ABD, milletvekili olan bu aşiret reislerini işbirlikçi haline getirerek kendi politikalarının Türkiye’deki sözcüleri haline getirmişti.
NATO'ya alınır alınmaz, dönemin Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, 2. Mahmud döneminde kaldırılan Mehter Takımı'nı 1952'de yeniden kurdurtmuştu! 
ABD Dışişleri Bakanı J. F. Dulles, 1956'da; "Din ve siyaset birbirinden ayrılmaz. Dünya işlerini çözümlemekte seçeceğimiz yol dini görüştür" demecini veriyordu.
Bu demeçten hemen sonra Menderes'in buyruğuyla partide "Anayasa'dan laik yönetim ilkesi atılarak yerine din devleti ilkesi konulması" çalışmaları başlatılmıştır.
Son olarak 2006 yılında Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu'nda kabul edilen raporda yer alan Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için öne sürdüğü ön koşullara bakalım: 
1. Ermeni soykırımı koşulsuz kabul edilmeli.
2. Aynı zamanda Türkler "Pontus ve Süryani" soykırımı yaptıklarını kabul etmeli.
3. Lozan’da azınlık olarak sayılmayan Alevi ve Yezidiler ve diğer tüm halklara azınlık hakları tanınmalıdır.
4. Başta Üniversiteler olmak üzere tüm eğitim ve kamu kurularında kılık kıyafet serbestliği tanınmalı (türbanın).
5. Kıbrıs Rum tarafına liman ve hava alanları koşulsuz açılmalı, Kıbrıs'tan Türk askerleri hemen çekilmeli.
6. Rum Ortodoks Patrikhanesi'ne bağlı Ruhban Okulu açılmalı.
22 Oca 2016'da ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, çalışma ziyareti kapsamında Türkiye'ye geldi. 
Bakın, Biden kendisi ile görüşmek için kuyruğa giren siyasal iktidar, Muhalefet Partileri ve Sivil Toplum örgütleri temsilcilerine verdiği talimatlar nelermiş:
1. Suriye'ye kendi başınıza müdahale edemezsiniz!
2. PYD-YPG, bizim Ortadoğu’daki kara gücümüzüzdür. Bu nedenle, bizim Kürt koridoru işimizi baltalamaya yönelik ve bu güçleri hedef alan operasyon yapamazsınız!
3. Kendi başına yeni terörist gruplar oluşturamazsınız. İncirlik'in denetim ve kontrolü, NATO dolayısıyla ABD'ye aittir. Buraya müdahale edemezsiniz.
4. Irak'ta, ABD’den habersiz inisiyatif alamaz, Barzani, Nuceyfi, Abadi ile bizim bilgimiz dışında bir görüşme, uzlaşma, antlaşma yapamazsınız! Musul ve Kerkük, ABD için yaşamsal önem taşımaktadır. Bu bölgelere müdahaleniz söz konusu değildir!
5. Güneydoğu ve Kandil'e operasyonlarını bitireceksiniz. "Çözüm masası" yeniden ve ivedilikle oluşturulmalı, PKK'nın istekleri karşılanmalı.
6. Yeni Anayasa’da "Atatürkçülük" ve "Türk Milleti" yer almamalı.
7. İhvan ve/veya IŞİD konusundaki kararlar, İsrail ile işbirliği ve İsrail'in önerileri doğrultusunda alınmalıdır.
Joe Biden, tüm bunları isterken NATO'dan çıkartmaya kadar varan çok sert tehditler savurmayı da ihmal etmedi... 
Joe Biden’in düzenlediği "yuvarlak masa" toplantısına, HDP’den Leyla Zana, Ayhan Bilgen ve Altan Tan, MHP’den Oktay Vural, AKP’den Galip Ensarioğlu ve Orhan Miroğlu ile CHP’den Fikri Sağlar ile Sezgin Tanrıkulu katıldılar.
Aynı isteklerin, daha sert ve acımasız bir yöntemle dün Mustafa Kemal Atatürk'e dayatılmaya çalışıldığını biliyoruz. 
Peki, Mustafa Kemal Atatürk nasıl bir tavır almıştı?!
Şimdi, ona bakalım... 
Büyük Taarruz’un hazırlıklarının sürdüğü günlerde, 3 Mart 1922’de Batı'nın saldırgan devletleri için şunları söylüyordu:
"İstilacı ve saldırgan devletler, yerküresini kendilerinin malikânesi ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mecbur esirler saymaktadırlar.
Sonuç olarak, Dünya iki guruba ayrılmaktadır.
Birincisi Doğu ki, kendi varlığını, bağımsızlığını artık kavramıştır, bu bilinçle el ele vermiştir.
Diğer bir gurup daha var ki bunlar, sırf kendi hırslarını tatmin için çalışmaktadır.
Bunların amacı zulüm ve baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz."
“Reis Paşa Doğru Görmüştü”, Atilla İlhan Cumhuriyet, 18.02.2002 
"Biz Batı emperyalizmine karşı, yalnızca kendi kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz.
Aynı zamanda Batılı emperyalistlerin, bütün güçleri ve bilinen bütün imkânlarıyla, Türk ulusunu emperyalizmin aracı olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz.
Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz."
“Milli Kurtuluş Tarihi”, Doğan Avcıoğlu, İstanbul Matbaası, 1974, 2.Cilt, sf.846 
1921 yılında, silah gereksiniminin üst düzeye çıktığı savaş günlerinde ise şunları söylüyordu:
"İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız.
Bunu arzu etmiyorum.
Biliyorum ki, Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir."
“Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İst. Mat., 1974, 1.Cilt, sf.265 
Olanaksızlıkların çaresizliğiyle, Batının manda ve himayesini kabul etmek isteyenler için 1919 yılında; "Ahmaklar memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar" deyip, manda önerilerini kesin bir biçimde reddediyordu.
Bu açıklamaların en çarpıcı olanlarından birini, 29 Ekim 1930 yılında Ankara Türk Ocağı'ndaki Cumhuriyet Bayramı kutlamasında yapmıştır. 
Amerikan Associated Press Muhabiri Miss Ring, Atatürk’e; "Türkiye’nin ne zaman Batılılaşacağını, Amerikanlaşacağını" sorduğunda, şu yanıtı almıştı:
"Türkiye bir maymun değildir.
Hiçbir milleti taklit etmeyecektir.
Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne de Batılılaşacaktır.
Türkiye yalnızca özleşecektir."
“Türkiye; 29 Ekim 1930, Türkiye; Mart 2002” Turgay Tüfekçi, Orkun Dergisi, Mart 2002, Sayı 49, sf.4 
Mahmut ÖZYÜREK, 28 Ocak 2016, Isparta