20 Ağustos 2016 Cumartesi

Bunlar da Cübbeli’nin sakalsızı!



Netçe görülmüştür ki, Hukuk Fakülteleri, Roma Hukukundan önce Sokrates Ahlâkı öğretmeli, talebelerine!

Dün, Tayyip’in Kaçak ve de Haram Sarayı’nın yeni ziyaretçileri vardı. Bunlara aslında “biatçı”, demek daha doğru olur ya; neyse…

Barolar Birliği Başkanı, bir hukukçudan çok, tam bir fırıldak burjuva siyasetçisi kişiliği sergileyen Metin Feyzioğlu başkanlığındaki 70 Baro Başkanı, Tayyip’i “demokrasiyi Fethullah’ın elinden alıp kurtarması”ndan dolayı, kutlamaya gidiyor.

Tabiî bu kutlama töreninde, Tayyip’e yönelik övgünün bini bir para. Aslında övgünün de ötesinde o. Yandaş medyada ortalama 15 yıldan bu yana görmekte olduğumuz bir “biat” ve “yalama” törenidir.

Metin Feyzioğlu, siyasete sosyal demokrat CHP’de başlayıp, sağın en gerisinde, hatta faşist bir çizgide yer alan Cumhuriyetçi Güven Partisi’nde siyasi hayatını bitiren dedesi, dönekler döneği Turhan Feyzioğlu’nun bire bir klonlanmış kopyası gibidir. Bunun da döneklik, pervanelik, hep ikili oynama, güce tapınma ve her daim güçlünün yanında görünme, çıkarcılık, kariyeristlik, riyakârlık, kişiliğinin karakteristik özellikleri olmuştur.

Çok değil, iki sene kadar önce, bir Adli Yıl Açılışında, kendisini terbiyesizlik etmekle suçlayıp, o zaman Cumhurbaşkanlığı Makamını işgal eden Abdullah Gül ve Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’e “Haydi gidiyoruz.”, diyerek açılış törenini, onları da peşine takıp terk eden Tayyip Erdoğan’a bakın ne övgüler düzüyor, Feyzioğlu:



“Zatıâliniz bu püskürtme hareketinde büyük bir liderlik örneği göstermiştir. Sizin televizyonda yaptığınız açıklamayı dinlediğimizde de yüreğimiz ferahladı ve bu girişimin püskürtüleceğini anladık.

“15 Temmuz’da bir büyük felaketin eşiğinden döndük. Sizin de isabetle işaret ettiğiniz gibi tehlike geçmemiştir. FETÖ sadece bir araçtır. Bu örgütün arkasındaki güçler, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya ve bu bölgede yaşanan menfaat çatışmaları olduğu gibi durmaktadır. İşgale karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin arkasında saf tutmak hepimizin asli görevidir. İstisnasız 79 baro 15 Temmuz gecesi çatışmalar devam ederken demokrasiden yana tavrımızı ortaya koyduk.  Bir şey daha söyleyeyim. Sizin ve Sayın Başbakan’ın açıklamalarını dinlediğimizde bu girişimin püskürtüleceğine inancımız arttı.” (http://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/barolar-ak-sarayda-1354396/)

Atasözümüz de der ya; “Dilin kemiği yok.” Öyle de oynar, böyle de. Kelimelerin de canı ve özgür iradesi yok. “Kavram namusu” taşımayan kullanıcılara; “Hayır, ben bu ibarede yer almam! Beni ahlâk dışı amaçlarınıza araç kılamazsınız!”, diyerek isyan edemez ki…

Bir zamanlar DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in karşısında, TCK 159’dan sorguya çekilirken bile, korkudan dizleri titreyen ve Rize’de meydanı boş bularak Laik Cumhuriyet’e yönelik hakaretleri sorulunca da; “Bunları söylemek için insanın deli olması lazım gelir.”, diyerek söylediklerini anında yalayıp yutan bir kişiden “kahraman” ve “liderlik” yaratıyor, Feyzioğlu. Nasıl olsa şu anda güç bunun elinde, diyor. Bunun koltuğunun altına sığınırsak bizim de önümüz açılır, diyor.

Adımız gibi eminiz ki, bu Feyzioğlu, eğer hesaplaşmayı Pensilvanyalı İmam kazanmış olsaydı, onun önünde de bugünkünden asla aşağı kalmayan methiyelerle süslü bir biat seranadı geçecekti. O zaman, konu tabiî ki Tayyip’in tahammülsüzlüğü, otoriterliği, hukuksuzluğu, kanunsuzluğu, kamu malı hırsızlığı ve ünlü 17-25 Aralık dosyalarının içeriği, ayakkabı kutuları, elbise dolapları, çikolata kutuları, para sayma makinaları olacaktı. Hatta şöyle de diyecekti, Feyzioğlu: “Bu hak hukuk tanımaz Tayyip Erdoğan, benim de kürsüdeyken sözümü keserek ‘terbiyesizlik ediyorsun’, diye bağırmıştı bana. Böylesine hoyrat bir kişiydi Erdoğan.”, diyecekti.

Devam ediyor, yağlamaya, yalamaya Feyzioğlu:

“Ben adalet bakanımıza ve dışişleri bakanımıza bu konuda verdikleri destek için teşekkür ediyorum. Vatandaşlarımız Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmakla gurur duyacaklardır. Sinsi yapıların planları boşa çıkacaktır. 15 Temmuz sonrasının Kuvayı millîye ruhunun ve yapıcı ortamın bir daha bozulmamak üzere sürdürülmesini ve hâkim kılınmasını diliyoruz.” (agy.)

İşin burasında, insanın midesi bulanıyor artık, iğreniyor. Hiç utanıp arlanmadan bir de, “Kuvayı millîye ruhu”ndan söz ediyor.

Hangi Kuvayı millîye, be utanıp sıkılmaz adam!

Biat ederek önünde diz çöktüğün Tayyip, ne Kuvayı millîye kazanımı bıraktı, ne Laik Cumhuriyet… Adam apaçık bir şekilde Din Devleti kuruyor, harıl harıl çalışarak. Laik eğitim diye bir şey bırakmadı. Bütün okulları İmam Hatipleştirerek, birer Kur’an Kursuna, birer Şeriat Mektebine döndürdü.

Hukuk bırakmadı. Anayasa bırakmadı, kanun bırakmadı. Ahlâk bırakmadı. Ve din bırakmadı. Hepsini çürüttü, bozdu, dağıttı.

Tayyip ve AKP’giller’in, TCK’de yazılı olan hemen tüm maddelerden yargılanıp, ağırlaştırılmış müebbetlere, yüzyılları, binyılları bulan hapisliklere mahkûm edilmiş olması gerekir, eğer Türkiye’de hukukun, kanunun, adaletin zerresi olmuş olsa. Yüz kızartıcı suçların neredeyse tamamını işlemiş durumda bunlar. Zimmet, evrakta sahtecilik, görevi kötüye kullanmak, kamu malı hırsızlığı ki miktarı trilyon dolarları bulmakta, kanun hukuk tanımazlık, aleyhlerinde verilmiş olan mahkeme kararlarını iplememezlik ve de savaş suçu, cinayet, katliam suçu; bunların bir değil, onlarca, yüzlerce kez işlemiş olduğu suçlardandır.

Senin gidip önünde diz çöktüğün Tayyip’e Saray olan yer, bir defa, kanunlar çiğnenerek yapılmıştır. O yapı, daha yapılırken, bunun pek çok kanuna aykırı olduğu ve derhal yapımının durdurulması yönünde verilmiş mahkeme kararları vardır.

Ne demişti o kararlar üzerine Tayyip?

“Ne yaparsanız yapın, o binayı yapacağım, açılışını da yapacağım, gidip oraya da oturacağım.”

Adam, fiili gücü elinde bulundurduğu için mahkeme kararı uygulanamaz olmuştur. Ve sen bir de hukukçu kimliğinle ve cübbenle gidip o kaçak, kanunsuz ve kamudan gasp edilen paralarla yapıldığı için israf hadsiz hesapsız boyutta olduğu için haram olan Sarayda konuşuyorsun, biatını sunuyorsun ve bundan da hiç rahatsızlık duymuyorsun.

Üstüne üstlük, o Kaçak Saray, Kuvayı millîye Komutanının, Antiemperyalist birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Komutanının milletimize yadigârı olan Atatürk Orman Çiftliği talan edilerek oraya kondurulmuştur.

Bununla bile yetinmemiştir Tayyip; senin biatını sunma gününde ilan ettirdiği yeni bir özelleştirme sözüm ona yasasıyla, Atatürk Orman Çiftliği’nin geri kalan bölümlerini de, yine Mustafa Kemal’in önerisiyle kurulan Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarının mülklerini de, İstanbul Haydarpaşa Garı’nı da özelleştirme kapsamı içine aldıklarını ve satacaklarını duyurmuş oldu. Adam, Tarihe ilişkin ne varsa satıp paraya çevirecek. Bu paraları da har vurup harman savuracak.

Türkiye bugün hukuk, hatta kanun devleti olmaktan çıkmıştır. Tek Adamın Faşist Din Devleti olma yolunda hızla ilerlemektedir. Daha doğrusu; Ortaçağ’ın dinci despotluklarına doğru yuvarlanıp götürülmektedir.

Adam, kanunsuzluğu o denli tutulacak biricik yol bellemiş ki, bütün yaptıkları kanunsuz. Aklına gelen her şey yapılıyor. Kanuna uygunmuş, değilmiş, hiç umurunda değil. Uygun değilse, buna bir kanun kılıfı geçirilir, olur biter, diyor.

Adam, apaçık bir şekilde; “Ben Laik Cumhuriyet’in işini bitirdim. Onu yıkıp dağıtıp attım, bir kenara. İster benimseyin ister benimsemeyin, şu anda fiili bir durum var. Bütün mesele benim yaratmış olduğum ve keyfimce belirlenmiş olan bu fiili duruma bir yasal kılıf giydirmektir. Bu fiili durumu çarşaf içine sokmaktır.”, dedi. İşte kanıtı:

“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı’nın anayasal sınırları tartışmalarıyla ilgili, ‘İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir’ dedi.” (http://www.hurriyet.com.tr/turkiyenin-yonetim-sistemi-fiilen-degismistir-29815380)

Söylenen net: “Ben, var olan Anayasal Sistemi-Rejimi yıktım. Şu anda, bir fiili durumdur bu. İster kabul edin, ister etmeyin. Durum budur. Yapılması gereken bu duruma bir Anayasa paravanı oluşturmaktır.”

Dediği doğru mu, doğru. Yıktı Laik Cumhuriyet’i çünkü. Ne kuvvetler ayrılığı bıraktı, ne Anayasa, ne adli sistem… O görülenlerin tamamı aslında, Tayyip ve AKP’giller’in hukuk bürosudur, örgüt bürosudur.

Yıllardan bu yana bunların istemediği bir tek kanun çıkabiliyor mu?

Hayır.

Bunların uygun bulmadığı, hasbelkader verilmiş olan mahkeme kararlarının bir teki olsun uygulanabiliyor mu?

Hayır.

17-25 Aralık gerizinin patlamasıyla ortaya saçılmış olan yolsuzluk dosyaları; bir teki olsun hukuka uygun bir şekilde ele alınıp incelenebiliyor mu?

Hayır.

Ne diyor AKP kurucularından, AKP Parti Programının yazıcısı ve de yıllarca AKP’nin Genel Başkan Yardımcılığını, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığını yapmış olan Abdüllatif Şener?

“Tayyip Erdoğan’ın kendisi 100 ila 120 milyar dolarlık bir kamu malını zimmetine geçirmiştir. Bu rakam hiçbir şekilde 80 milyar doların altına düşmez. Eğer buna bir itirazı varsa Tayyip Erdoğan’ın, beni mahkemeye versin. Orada ispatlayayım bu yolsuzluklarını.”

Bunları dedi mi TV ekranlarından Abdüllatif Şener?

Dedi.

Tayyip ne yaptı?

Sadece sustu. Başka da hiçbir şey yapamadı.

Sen o zamanlar ne yaptın Metin Feyzioğlu?

Hukukun yanında mı oldun, yoksa Tayyip’in yanında mı?

Tayyip’in yanında oldun. O zaman da kurtarmaya çalıştın Tayyip’i.

Dolayısıyla da sen, gerçek anlamda hukukçu filan değilsin.

Nedir hukukun temel amacı?

İnsan onurunu korumak.

İşte senin hukukunda bu yok. Her zaman onursuz işlerin içindesin sen. Senin derdin makam, koltuk, ün, poz…

Sen böylesin, o belli de, biz asıl senin peşine takılmış 70 Baro Başkanı adına üzülüyoruz. Demek ki onlar da hukukun ne olduğunun farkında değil.

Ve bu kadar görünüşte hukukçuyu; görünüşte eğitmiş, yetiştirmiş, mezun etmiş olan Hukuk Fakülteleri adına üzülüyoruz. Onların hocaları, profesörleri adına üzülüyoruz. Demek ki oralarda ya sizlere, hukukun ruhundan zerre taşımayan, içi boş kalıplar öğretiliyor; sadece hukukun kabuğu öğretiliyor size; ruhu, özü, içeriği, insani anlamı öğretilmiyor ya da siz karakterinize uygun olanı alıyorsunuz. Hani ünlü özdeyiştir ya: “Irmak ne kadar büyük olursa olsun, herkes oradan ancak kabı ölçüsünde su alır.” Sizin kabınız daha fazlasını almaya imkân vermiyor.

Eğer Türkiye’de gerçek anlamda hukukun ruhuna sahip olan ve onu savunma cesaretini gösterebilen hukukçulardan oluşmuş mahkemeler bulunsaydı, Türkiye, bugün içinde bulunduğu felaket ortamına, karanlıklar ortamına düşmemiş olacaktı. Daha işin başında, hukuksuzluğa sapan, “ben yasa masa dinlemem” diyen, devletin tepesine tırmanmış insanlar, hemen yaptıklarından hesaba çekileceklerdi.

Ayrıca, bir ticari meta olarak din alıp satmak, hiç kimsenin cesaret edemeyeceği bir şey olurdu. Kâğıt üstünde güya yasak, dini siyasete alet etmek. Ama 1950’den bu yana bütün Amerikancı hain Para babaları siyasetçilerinin tamamı, en büyük siyasi rant aracı olarak din alıp satmayı yani cahil bırakılmış, yoksul insanlarımızı “Allah’la aldatma”yı görüyorlar ve pervasızca da kullanıyorlar.

Bir zamanlar, Abdurrahman Yalçınkaya adında, namuslu ve yiğit bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcımız vardı. Tayyip ve AKP’giller’in devamlı bir şekilde dini siyasete alet ettiklerini somut belgelerle ortaya koyarak, partilerinin kapatılmasını istedi. Dava görüldü, Anayasa Mahkemesinde. Ve mahkeme kararında, bu partinin, “Laikliğe karşı işlenmiş suçların odağı olduğu” belirlemesi yapıldı.

Ne yazık ki, gerçek anlamda hukukçu olmayan bazı üyelerin hukuk dışı davranışları ve kararları sonunda bu partinin kapatılması engellendi.

Tabiî bunun intikamını ve böyle bir girişimin bir daha tekrarlanmaması için tedbirini hemen aldı, Tayyip ve AKP’giller. “12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu” adlı bir düzenbazlıkla, bir kandırmacayla yargı darmadağın edildi ve doğrudan AKP’giller’in hukuk bürosuna döndürüldü. Bu yeni oluşumda artık yeni bir Abdurrahman Yalçınkaya olamazdı. Bunların önlemini aldılar. Sonrasında da kerte kerte adli sistemi, adli olmaktan tümüyle çıkardılar.

Ve tüm bunları, yaşanan bütün bu felaketleri ve o günden bu yana AKP’giller’in yaptığı bütün yolsuzlukları, işledikleri bütün suçları görmezlikten geldi, adalet mekanizması.

Partimizin, AKP’giller’in işledikleri bu sayısız suç hakkında yaptığı, belki de sayısı 100’e ulaşan suç duyuruları hep ret cevabıyla karşılaştı. Hiçbiri, hukuk ölçütüne, kanun ölçütüne, adalet ölçütüne vurularak ele alınıp incelenmedi. Bunu yapacak mahkeme bırakılmadı artık. Zaten bütün mahkemeler, Pensilvanyalı İmam’ın, diğer cemaatlerin ve AKP’giller’in mensupları tarafından paylaşılmıştı. Hukuktan yana kimse kalmamıştı mahkemelerde. Tıpkı Orduda, Milli Eğitimde, Poliste vb. devlet kuruluşlarında olduğu gibi… Devleti oluşturan her kurum, hepsi de birer “Paralel Devlet” olan bu tarikatlar ve AKP’giller tarafından paylaşılarak ele geçirilmişti. Milletten yana, vatandan yana, haktan yana, hukuktan yana, adaletten yana kimse bırakılmamıştı. Hepsinin de amacı, bir başlarına devletin tüm kurumlarında hâkimiyeti ele almaktı. Baş çalışmaları buydu artık.

Tabiî, tüm bunlar şuradan kaynaklanıyor:

Türkiye, Asur Kervanlarının Anadolu’ya, Kayseri’ye kadar uzanıp Mezopotamya’da ortaya çıkan Sınıflı Toplum ilişkilerini taşıdığı, böylece de binlerce yıldan bu yana, insanın insanı hayvan yerine koyduğu, yük hayvanı olarak gördüğü bir anlayışın egemen olduğu topraklardır. Yani, insan düşmanı, asalak, vurguncu, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı denilen alçak sömürücü sınıfın anlayışının yerleştirildiği ve kuşaktan kuşağa aktarıldığı coğrafyadır. Bu insan düşmanı kültür, çürütür insanları, toplumla birlikte. Soysuzlaştırır. İnsanı insanlıktan çıkarır, çamurlara bular. İşte bu sebepten, Doğu Toplumları, Batı benzeri bir modern burjuva devrimi yapamamıştır. Burjuva düzeni bu topraklara modern şekliyle yerleşememiştir. Daha doğrusu, doğamamıştır buralarda. O sebepten, hemen bütün Doğu Toplumları, İslam Dünyası da içinde olmak üzere, hep geriliğin, derebeyleşmenin, karanlıklar düzeninin, din savaşlarının içinde bocalayıp durmaktadır.

Ve bu toplumun, bu kültürün yetiştirdiği insanlar da, hukukçu da olsa bu biatçılar benzeri insanlar olmanın ötesine geçememektedir. İşte örneklerini gördüğümüz gibi hukukçulukları kabuk olmaktan öteye geçememektedir.

Ve işte bu sebepten, AKP’giller gibi din bezirgânları, din sömürücüleri, Allah ile aldatıcı, ABD işbirlikçisi, hain, kamu malı aşırıcıları Türkiye’de 14 yıldan bu yana iktidarlarını sürdürmektedirler.

Demek ki böyle ülkenin hukukçuları, ancak bu kadar olabiliyormuş. Hani ne derler; bu toprak bu tür ürün verir. Daha iyisi olmaz.

Ve işte biz diyoruz ki, öncelikli olarak bu lanet düzeni, bu insan düşmanı düzeni yıkıp, insana yaraşan bir düzen kurmalıyız. ABD işbirlikçisi Para babalarının yani TÜSİAD’cıların, MÜSİAD’cıların, TİSK’çilerin, TOBB’cuların ve onların temsilcilerinin siyasetteki ve ekonomideki varlıklarına tümüyle son vermeliyiz.

Üretimi, insana, halkımızın tamamına yararlı olacak şekilde ve o amaçla yapmalıyız. Şimdiki gibi bir avuç vurguncunun, halk düşmanı hainin kasalarını doldurması için yapmamalıyız. Bu sistemi ortadan kaldırmalıyız.

İşte ancak o zaman insanlarımız da çamurlara, kirlere bulaşmadan yetişirler, büyürler, toplumda yer alırlar ve toplumu yönetirler. Gerçek insanlardan oluşur toplumun tamamı. İnsanın hayvandan farkı; ahlaki, vicdani bir dünyasının da olmasıdır. Hayvanlar yalnızca içgüdülerinin yönlendirmesiyle yaşarlar ve nesillerini sürdürürler. Onlar toplum yaratığı değildirler. Bir arada yaşıyor olanları bile bir sürü üyesidir. Sürü içgüdüsüyle hareket ederler.

Oysa insan toplumu, her şeyden önce, ahlaki değerler sistemi üzerine kurulmalıdır. Ancak öyle olursa, o toplum gerçek insanlardan oluşmuş, insanlığının hakkını veren insanlardan oluşmuş bir toplum olma özelliğini taşıyabilir. O toplumda mutlu olur insan.

Böyle bir ahlâkı da ancak, yukarıda dediğimiz gibi, gerçek anlamda insana hizmet eden bir egemen üretim yordamı ortaya çıkarabilir, oluşturabilir ve kapsayıcı kılabilir. Demek ki, toplumun ekonomik yapısını yani temelini, altyapısını değiştirmediğiniz sürece ahlâkını düzeltemezsiniz. İnsani bir ahlâk sistemine dönüştüremezsiniz.

Meselenin temelden çözümü, kökten çözümü ya da nihai çözümü ancak bu yöntemle olur.

Fakat hiç değilse, bir ölçüde de olsa olumlu bir etki yapabileceğini düşündüğümüz eğitimi de göz ardı etmeyelim, deriz biz. Belki o zaman, hukukçularımız bu denli savrulmazlar. Utanç verici, içler acısı durumlara düşmezler.

Bu sebeple biz, Hukuk Fakültelerinde Roma Hukukundan önce ya da en azından onunla birlikte Sokrates Ahlâkını yani “Erdemler Ahlâkı”nı, “İnsani Yücelikler Ahlâkı”nı, en özet biçimde ve de somut bir olayın tahlili içinde anlatan “Sokrates’in Savunması” adlı ünlü eserinin temel bir ders olarak okutulması gerekir, diye düşünüyoruz.

Ne der o ahlaki sistemi içinde Sokrates?

“İnsan, erdemlerinden asla vazgeçmemeli. Herhangi bir sebeple, ölüm korkusuyla bile olsa, erdemlerinden, insani değerlerinden, onurundan vazgeçmemeli. Eğer vazgeçerse, insanlığından vazgeçmiş, insanlıktan çıkmış olur. Yani, insan beynini kendi eliyle öldürmüş olur.”

Onun bu anlayışını altın değerindeki şu cümlesi çok güzel özetler:

“Kendin pahasına olduktan sonra; tüm dünyayı kazansan neye yarar?..”

Evet, Metin Feyzioğlu ve peşine takılan zavallı sözde hukukçular!

İşte mesele bu.

Bakın; “Cübbeli Ahmet” namıyla maruf pervaneden bir farkınız kaldı mı, Kaçak Saray’daki bu biat töreniniz sonrasında?

Bizce kalmadı.

Bu Cübbeli Ahmet ahlâksızının bir süre önce Fethullah Gülen hakkındaki kanaati şuydu:

“Biz Hoca efendiye ‘Fethullah’ diye hitap edemeyiz. Biz Mahmut Efendi Hazretlerine mensubuz. Biz efendiden duyduk ki birisi Fethullah dedi, Efendi oradan dedi ki, ikaz etti, ‘Hoca efendi’ söyle. Ehlî sünnet alimlerden okumuştur, kendisine hüsnü zannımız vardır.” (http://kurtuluspartisi.org/4224-2/)

Pensilvanyalı İmam’la AKP’giller’in 15 Temmuz ganimet paylaşımı hesaplaşması sonrasındaysa, anında dümen kırar, sizin gibi Tayyip’in kollarının altında alır soluğu. Tayyip’in tekbirli, zikirli, türbanlı, sarıklı, cübbeli, yeşil bayraklı “Demokrasi Nöbetçileri” arasına katılır. Orada da bakın ne der

“Bir gece burada Allah yolunda nöbet bekleyen cennet ehlindendir.”

Tıpkı sizin gibi, değil mi, dönüşü, pervaneliği…

Bir anda aynaya bakmış gibi oluverdiniz, öyle değil mi?

Tabiî sadece jargonlarınız farklı. O şeyh maskesi ardında, siz hukukçu. O yüzden, söyleminizde bu kadarcık biçim farkı olacak. Ama içerik aynı.

Yaptığınız hiç insani değil. Sizin adınıza çok üzülüyoruz biz. Yakışmaz insana bu.

Burada henüz gerekçelerini açıklamış olmadıkları için bilmiyoruz ama o biat törenine katılmayan 9 Baroyu, yönetimlerini ve başkanlarını kutlarız. Umarız ve dileriz ki, tutumlarını sürdürürler…

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

17 Ağustos 2016
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı

19 Ağustos 2016 Cuma

ALİ’NİN KÜLÂHINI VELİ’YE, VELİ’NİN KÜLÂHINI ALİ’YE



 Son Osmanlı padişahı Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’ın anlattıklarını dinleyelim:

“…Babam imparatorluğu kırk yıl boyunca idare eden ağabeyi Abdülhamit’in ‘İngiliz dostluğu, Fransız yakınlığı’ politikasını benimsemişti. Esasen çözülmüş ve zayıflamış olan imparatorluğu toparlayıp dağılmaktan kurtarmak için amcam Abdülhamit, kendi tabiri ile ‘ALİ’NİN KÜLÂHINI VELİ’YE, VELİ’NİN KÜLÂHINI ALİ’YE giydirmekle otuz yıldır canım çıktı. Öyle kurtardık’, derdi.
Babam da bu siyasetin devamı taraftarı idi ve yazık ki tahta çıktığı zaman iş işten geçmişti.
İç siyasette savaş sonrası huzur en çok düşündüğü husustu. Dış politikada ise ancak İngilizlerle iyi münasebet kurarak savaşın ağır kayıplarını giderebileceğini düşünüyordu!”

Sabiha Sultan’ın bu açıklamasından özetle şunu anlıyoruz:
Osmanlı padişahları Sultan Abdülhamit’in de Sultan Vahdettin’in de devletin ve halkın çıkarlarını ön planda tutan akıllı, mantıklı ve köklü dış politikaları yokmuş!
Peki, ben şimdi sizlere neden bunları anlattım?

Değerli Dostlar,

Türkiye’yi 14 yılı aşkın bir süredir yöneten AKP, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) dış desteğiyle kurulup iktidar olmuştur.
Recep Tayyip Erdoğan’ın New York’taki ünlü bankerlerle, Siyonist Yahudi lobileriyle çok sıkı bağlar kurmuş olduğu, bu nedenle de ödüllendirildiği herkesçe bilinen bir gerçektir.
Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye aleyhine çok ağır şartlar içeren bir sözleşme imzaladı ve o tarihten sonra AB’nin desteğini de arkasına aldı.
Şimdi burada ayrıntılarına girmeyeceğim türlü nedenlerle Recep Tayyip Erdoğan ile ABD-AB’nin arası açıldı. Taraflar artık bir birlerinden memnun olmadıklarını açıkça ifade etmeye başladılar.
Recep Tayyip Erdoğan ile ABD-AB arasındaki uçurum o denli derinleşti ki, 15 Temmuz 2016 günü Türk ordusunun içindeki Fethullahçı olarak tanımlanan CIA ajanlarının düzenlediği silahlı ve kanlı darbe girişiminin başarısız olmasından ABD-AB’nin neredeyse üzüldükleri algılandı.
İşte, tam bu aşamada Recep Tayyip Erdoğan 11 Ağustos 2016 günü Rusya’ya gitti. Oysa 24 Kasım 2015 tarihinde bir Rus savaş uçağı, Türk hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle düşürülmüş, iki ülke arasında çok gergin, çok sıkıntılı bir süreç yaşanmıştı.
Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin’le St. Petersburg’da yaptığı görüşmede yaşanmış tatsız olayları unutturmakla kalmadı, Türkiye ile Rusya arasında çok önemli ekonomik, siyasi ve toplumsal anlaşmaların kapısını açtı.
ABD ve AB, Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya ziyaretini dikkatle ve biraz da kaygıyla izlediler. Akıllara gelen soru şuydu: ABD-AB ile arası açılan Recep Tayyip Erdoğan rotayı Rusya’ya mı çevirmişti?
Yoksa Recep Tayyip Erdoğan, “Ecdadım” dediği Osmanlı padişahları Abdülhamit ve Vahdettin’in “Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirme” dış politikasını mı uygulamaya başlamıştı?
Yani, Recep Tayyip Erdoğan, ABD Başkanı Obama’nın kovboy şapkasını Rusya Devlet Başkanı Putin’in başına, Putin’in kürklü kalpağını Oba’nın başına giydirmeyi mi tasarlıyordu?
Bu tür kuşkuların duyulmasını haklı gösterecek gelişmeler olmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan, bir yandan Rusya’ya yaklaşıp yakın gelecekte iki ülke arasında çok önemli, çok ciddi ekonomik, siyasi ve toplumsal anlaşmalar yapılacağından söz ederken, bir yandan da ABD’ye heyetler gönderiyor, Türkiye-ABD arasındaki “İmajı Onarma” girişimlerinde bulunuyor, bu tür işlerde uzman bir lobi firmasıyla anlaşma yapıyordu.
Recep Tayyip Erdoğan bir yandan, Rusya ile yüzlerce milyar doları bulacak yatırımlardan, ticaretten söz ediyor, bir yandan da New York’a gönderdiği heyetlerle Amerikalı işadamlarını Türkiye’ye davet ediyor, büyük finans kuruluşlarından kredi istetiyordu.

Değerli Dostlar,

Eğer Recep Tayyip Erdoğan, “Ecdadım” dediği Osmanlı padişahları Abdülhamit ve Vahdetti’nin uyguladıkları dış politikayı örnek almak istiyorsa, “Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirme” yönteminin nelere mal olduğunu çok iyi bilmesi gerekmektedir.
Çok kısa, özet olarak anlatayım.

“Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirerek” çok akıllı, çok kurnaz bir dış politika yürüttüğünü sanan Abdülhamit döneminde bakın neler oldu:

• Birer Osmanlı eyaleti olan Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Bosna-Hersek elden gitti.
• 1877’de Ruslarla “93 Harbi” denilen savaş başladı. Osmanlı yenildi. Kars, Ardahan, Batum ve Doğubeyazıt Rusların eline geçti.
• 1878’de Rus askerleri İstanbul’da Ayestefanos’a (günümüzün Yeşilköy’ü) kadar geldiler.
• 1878’de Kıbrıs’a İngiliz bayrağı çekildi.
• 1881’de Fransızlar Tunus’u aldı.
• Osmanlı devleti iflas ettiğini, borçlarını ödeyemeyecek durumda olduğunu ilan edince, başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere alacaklı devletler İstanbul’da Düyun-u Umumiye’yi (Genel Borçlar İdaresi) kurdular, alacaklarına karşılık halktan vergi toplamaya başladılar.
• 1882’de Mısır, İngilizler tarafından işgal edildi.
• 1884’de İngilizler Somali’yi işgal etti.
• 1885’de Habeşistan, İngilizlerin eline geçti.
• 1898’de Girit elden çıktı.
• 1899’da Kuveyt’te özerklik ilan edildi.

“Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirme” dış politikasının Vahdettin zamanında nelere mal olduğunu da çok kısa özetleyelim.

• 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Antlaşmasıyla, Osmanlı ordusu teslim oldu. Asker terhis edildi. Ordunun silahlarının, cephaneliklerinin İngilizlere verilmesi kabul edildi.
• 10 Ağustos 1920 tarihinde, Anadolu’nun parçalanmasını gerçekleştirecek Sevr anlaşması imzalandı.
• 17 Kasım 1922 tarihinde Padişah Vahdettin, İstanbul’u işgal etmiş İngilizlerin bir savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçtı.

Değerli Dostlar,

Osmanlı padişahları, İngilizleri Fransızlara karşı, Fransızları İngilizlere karşı, Rusları İngilizlere karşı, İngilizleri Ruslara karşı kullanarak yani, kendi deyimleriyle “Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirerek” çok zeki ve kurnaz bir dış politika uyguladıklarını sanmışlardır. Oysa uyguladıkları bu politikanın yıkım getiren sonuçları tarihte apaçık yazılıdır.
Tarih, geçmişi öğrenmek ve geçmişten ders çıkarmak için okunur.
Tarih okuyanlar, geçmişte yapılmış yanlışları yapmazlar.
Acaba bu nedenle mi İmam Hatip okullarında okuyan çocuklarımıza Tarih öğretilmiyor? Bu çocuklarımızın tarihi okuyup öğrenmeleri ve ders çıkarmaları istenmiyor mu?

Yılmaz Dikbaş
18 Ağustos 2016, Perşembe
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52