15 Ekim 2016 Cumartesi

BİR ÜLKE SAVAŞMADAN NASIL TESLİM ALINIR??




Bir ülkeyi başka bir ülke neden işgal eder?
Hedef ülkenin doğal kaynaklarını ele geçirmek ve etki alanını genişletmek için işgal eder değil mi?
Peki, o hedef ülkenin doğal kaynaklarını ele geçirmek için illa sıcak savaşa mı girmek gerekir?
Tabii ki hayır!! Nasıl mı?
Elimde; Türk devletlerinden birinin, sürgünde bulunan muhalif liderine, İngiliz Lord Bell tarafından yapılmış bir anlaşma metni var.
Anlaşılan o ki, muhalif bir liderin sürgünde oluşunu, ülkeleri için fırsata dönüştürmek istemişler. Sürgünde, hayatı tehdit altında olan bir lidere, iktidar havucu uzatarak, ülke kaynaklarını ve dolaylı olarak da yönetimini ele geçirme yöntemi…
Anlaşma metninde, muhalif lideri iktidara taşımak için izlenecek yol tek tek yazılmış. Şöyle ki;
“Mevcut olan yönetim sürekli suçlanacak ve sürekli demokrasi(!) vurgusu yapılacak.
AB ve önemli ülke liderlerine, mevcut hükümetin aleyhinde konuşmalar yaptırılacak. İktidara taşınacak muhalif lider öne çıkartılacak. Övülecek.
Medya organlarında mevcut iktidar aleyhinde, iktidar vaat edilen muhalif lider lehine sürekli haberler yaptırılarak, dünya kamuoyu hazırlanacak.
 Haber yaptırılacak medya organlarından bazıları şunlar:
Financial Times
The Economist
The Wall Street Journal
New York Times
The Times(London)
BBC radio and television
National Public Radio(US)
CNN
Le Monde(France)
FAZ(Germany)
Reuters
Deutsche Welle
Agence France Press
Associated Press
İnternational Herald Tribune
Washington Post
Washington Times
Bunların dışında, hedef ülkenin yönetimine muhalif olanların meydanlara nasıl çıkarılacağı, iletişim ağının nasıl kullanılacağı, kurulacak internet sitelerine kadar tek tek projelendirilmiş.”
Muhalif lidere yapılan teklife ne cevap verdiğini sordum. Liderimiz;
Teklifi yapanın Lord Bell olduğunu ama ABD adına CİA’nın da Bell ile birlikte olduğunu söyledi. Teklifi yapanlara;
-Bana vereceğiniz iktidar karşılığında ben sizlere ne vereceğim?
Diye sorar. Derler ki;
-Ülkenizin yeraltı kaynaklarının özelleştirilmesi ve özelleştirmede bizlere öncelik vermenizi istiyoruz.
Muhalif Liderimiz de kendilerine şu cevabı vermiş;
-Yeraltı kaynakları ülkem halkına aittir. Sizlere o kaynakları veremem.”
Ve anlaşma olmaz. Sonradan kendisine;
“-Biz şu an görevde olan hükümetle anlaştık” derler.
Bahsettiğim ülke çok küçük bir ülke. Yani, ne Türkiye kadar zengin, ne Türkiye kadar stratejik bir öneme sahip. Bu anlaşma metni ve izlenen yol, Menderes ile başlayan ve ABD yardımıyla iktidara gelen hükümetlerin, Türk Milletine ödettikleri bedeller hakkında önemli ipuçları veriyor.
Bizler Genelkurmay Başkanlarının yetersizliğine ve teslimiyetçiliklerine kızdığımızda;
NATO paşaları, The Generaller diye eleştiririz. Yalnız unutmayalım ki, milli orduyu, Jandarma hariç, NATO’nun, yani ABD’nin emrine veren de Menderes ve DP’dir.
Yani;
Başka bir ülkenin yardımıyla kendi ülkesinde başbakan olan The Başvekiller, The Bakanlar-vekiler, The Generallerin yaratıcı babalarıdır. Ve; iktidara gelmek için, Türk Milletinin varlığını-bekasını pazarlayan siyasiler, Türk Ordusunu NATO’ya teslim ettikleri gün, ABD darbelerinin de önünü açmıştır.
Nedense işin bu tarafı pek dillendirilmez. Sanki asker kendisi NATO’ya girmiş gibi suçlanır.
***** ***** *****
24.01.2012 tarihinde, Hollanda’dan Fatma Aktaş’tan bir ileti aldım. İletide bir açıklama vardı. Açıklamada;
“Tayyip ve Gül'ün Arie Oostlandera ricasi:
‘Önce askeri bitireceğiz. Sonra Atatürk’ü. Siz bu konuda bize yardımcı olacaksınız.’
Bu sözler, eski Avrupa Birliği Türkiye raportörü Hollandalı parlamenter Arie Oostlander tarafından, komisyon toplantısında, bize bilgi olarak iletildi. Yukarıdaki bu sözlerin, Mastricht zirvesinde Tayyip ve Gül'ün ricası olarak kendisine söylendiğini belirtti. Ermeni meselesinde de aynı şeyi söylediklerini ve durumu kendilerinin idare ederek, yardımcı olacaklarını belirttiklerini söyledi. Bu bakımdan, Fransa'daki karar(Ermeni soykırım yalanıyla ilgili alınan karardan bahsediyor), AKP hükümeti ile Fransızlar arasında danışıklı dövüştür. Bu konuda bir şey olacağını bu hükümetten beklemeyin, yoksa yanılırsınız. Tek yol, Türk Milletinin kendi iç birliğini sağlaması ve yeni bir Milli Hükümet oluşturmasıdır!!”
Bugün haberlerde, “ABD Ordusunun skandal paylaşımı” başlıklı bir haber yer aldı. Habere göre;
“Deniz Kuvvetleri’nin, kuruluşunun 241. yıldönümü dolayısıyla Twitter’daki paylaşımında Trablus kıyılarında Türk bayrağıyla savaşan askerlerin öldürüldüğünü gösteren temsili tabloyu kullanması tepki çekti. Donanmanın resmi Twitter hesabında, 1801-1805 yıllarında Trablus kıyılarında meydana gelen savaşı canlandıran tabloda, “Amerika’nın denizcileri çetin, cesur ve hazırdır” ifadesine yer verildi. (Yeniçağ Gazetesi)”
ABD ordusu bu paylaşımıyla Türkiye’ye gözdağı veriyor. Açıkça, askerlerinizi öldüreceğiz diyor.
ABD daha önce de Türkiye’yi işgal etme provası yapmıştı.
Peki, bu cesareti nereden alıyorlar?
Zamanında iktidara taşıdıklarından aldığı sözlerden olabilir mi?
Milletçe bir bütün olamazsak, vatanımızı koruyamayız. Milletin beraberlikten yana göstereceği irade, kendi iradesi dışında verilen bütün sözlerin çöpe atılmasını mecbur kılacaktır.
Zahide UÇAR

14 Ekim 2016 Cuma

IMF tedirgin: Küreselleşme tehdit altında



IMF, son raporlarında, “küreselleşme” teriminden kaçınmaktadır. Demek ki, artık sevimsizleşen, itici hale gelen, tiksinilen bu terim, neoliberalizmin sözlüğünden ayıklanmaktadır. Yeter ki, aynı şeyleri, “entegrasyon, bütünleşme ” gibi renksiz sözcükler içinde uygulayalım…
Dünya Bankası ile birlikte yapılan Ekim 2016 toplantısı vesilesiyle IMF, iki rapor yayımladı. Birincisi, Dünya Ekonomik Görünümü, diğeri ise Küresel Finansal İstikrar Raporu…
Ekonomik Rapor, 2016 için dünya ekonomisinin büyüme öngörüsünü altı ay öncesine göre yüzde olarak 3,2’den 3,1’e indiriyor. Kötümser yorumlara yol açan bu revizyona fazla önem vermemek gerekir. IMF, ekonomik öngörülerinde kronik olarak yanılır. İyimser büyüme öngörüleri tutmaz; altı ay içinde aşağıya doğru “düzeltilir.”
Buna karşılık, son iki rapor, ekonomik göstergelerin ötesine giden bir kötümserlik içeriyor: Küreselleşmeyi tehdit eden siyasi atmosferden duyulan tedirginlik…

Küreselleşme neoliberal sözlükten çıkarılıyor
Raporlar, başından itibaren bu tedirginliği dile getiriyor. Brexit, küreselleşme muhalefetini siyasete yansıtan son örnektir. Tabandan yükselen dalgalar Batı’da iktidarları etkilenmeye başlamıştır. Bu dalgaların ortak bir kaynağı vardır: “Gelir artışlarını köstekleyen uzun dönemli değişimler siyasi hoşnutsuzluklara katkı yapmaktadır.”
Bu ifadedeki “kösteklenen gelir artışları” ile ne kastediliyor? 1980’li yıllarda Latin Amerika’da, 1998-2002 arasında tüm “Güney” coğrafyasında, 2007 sonrasında metropol ekonomilerinin tümünde patlak veren zincirleme kriz dalgaları ile Batı kapitalizminin saplandığı ortaya çıkan uzun dönemli durgunluk değilse ne olabilir? Raporlar değinmiyor; ama gelir dağılımlarındaki sürekli bozulma?
Peki, bu kötülüklere yol açtığı ifade edilen “uzun dönemli değişimler” nedir? Otuz beş yıl boyunca tüm dünyaya damgasını vuran neoliberal model veya onu saygınlaştırmak için icat olunan küreselleşme dışında ne olabilir?
Bu mimarînin baş “eser sahibi” olan IMF, bugün ne gibi tehlikeli eğilimler görmektedir? “Bütünleşme-karşıtı politika platformları itibar kazanmıştır… Sınırlar-ötesi ekonomik bütünleşmenin yararlarına ilişkin fikir birliği zedelenmiştir… Risklerin başında siyasi çatışmalar ve içe-dönük politikaların itibar görmesi gelmektedir… Gelir dağılımında artan eşitsizliklere karşı duyarlılık, içe-dönük politikalara ve siyasi anlaşmazlıklara yol açabilecektir.”
Terminolojiye dikkat ediniz: Tepkilere değiniliyor; ama bunların ortak hedefi olan küreselleşme sözcüğü kullanılmıyor.
“Küreselleşme”nin resmî isim babası, Dünya Bankası ile birlikte IMF’dir. Emperyalizm kavramını unutturmak için “küreselleşme” terimini icat ettiler. Israrla açıkladık ki, analitik hiçbir değer taşımayan, uydurma bir sözcüktür. “Herkesin kazançlı çıkacağı; azgelişmişliğin, yoksulluğun tarihe karışacağı” bir dünyayı yıllar boyunca bu terimi kullanarak vadettiler.
Senaryonun kofluğu on yıl içinde ortaya çıktı; ama muhalefet etkisiz kaldıkça “küreselleşmeci söylem” ısrarla sürdürüldü. 2008 krizinden sonra, takke düştü; kel göründü; küreselleşme, halk sınıfları için bir nefret nesnesi haline geldi.
Bu nedenle IMF, son raporlarında, “küreselleşme” teriminden kaçınmaktadır. İki raporun ana metinlerinde sözcük taraması yapınız. Dört bölüm içinde bu terim sadece iki kere geçmektedir. “Küreselleşmenin ve ticaretin yararlarının sadece az sayıda talihliye intikal edeceğini düşünen popüler bir söylem güçlenmektedir.” (Ekonomik Rapor, Bölüm 2, s.25). “Küresel kurumların, küreselleşme üzerinde açık bir diyalogu artırarak siyasî kaynaşmayı destekleyecek bir rolü vardır.” (Finansal Rapor, Bölüm 1, s.40)

Demek ki, artık sevimsizleşen, itici hale gelen, tiksinilen bu terim, neoliberalizmin sözlüğünden ayıklanmaktadır. Kimse yokluğunu fark etmeyecektir. Yeter ki, aynı şeyleri, “entegrasyon, bütünleşme ” gibi renksiz sözcükler içinde uygulayalım…
Peki, bu tepkilere karşı ne yapmalı? Siyasî iktidarlara hitap ediliyor: “Gelirleri yükseltmek için mal, emek ve sermaye piyasalarında bozuklukların azaltılması [gerekir]… Siyasetçiler küresel ticarete karşı oluşan tepkiyi, ekonomik bütünleşmenin uzun vadeli yararları üzerinde odaklanarak yanıtlamalı ve olumsuz etkilenen çevrelere karşı iyi hedeflenmiş sosyal girişimleri hayata geçirmelidir… Temelleri sağlam olan, ancak sınır-ötesi ve iktisat-dışı bulaşıcı etkenlere maruz kalan ekonomileri korumak için küresel bir güvenlik ağı her zamankinden daha büyük önem taşımaktadır… Finansal ve ekonomik bir durgunluğa saplanmamak için güven duygusunu pekiştirecek malî ve yapısal reformları acilen uygulamak gerekiyor.”” (Ekonomik Rapor, ss.xv-xvii, Finansal Rapor, s.x).
Küreselleşme muhalefetine karşı IMF’nin getirdiği önerilerde de eski “tuzaklar” devam ediyor. Tekrarlayayım: “Temelleri sağlam ekonomiler ile sınırlı, iyi hedeflenmiş sosyal girişimler…” “Güvenlik duygusunu pekiştirecek yapısal reformlar…” “Emek piyasası bozukluklarının giderilmesi…”
Geleneksel IMF/Dünya Bankası reçetelerini izleyenler hatırlayacaktır ki, bu klişeler, neoliberal programların vazgeçilmez koşullarını oluşturur. Bugünkü tepkilere yol açan krizlerin, durgunluğun, artan eşitsizliklerin kaynağında da bunlar vardır.
Dünya ekonomisinde cari dengeler
IMF’nin veri bankasından ve son Ekonomik Rapordan yararlanılarak dünya ekonomisinin ana bloklarından oluşan bir cari işlem dengesini türetmek, izlemek mümkündür. Bu bilgi, ticaret, sermaye hareketlerinin kapsamlı bir bilançosunu ortaya koyar ve ayrıntılarla desteklendiğinde uluslararası ekonomik gelişmelere ışık tutar.
Aşağıdaki tabloda 2013 ve 2016 için bu yapılıyor. Bu yıla ait tahminlerin gerçekçi olduğunu kabul edebiliriz. Tabloyu oluştururken Ekonomik Rapor’ da kullanılan sınıflamayı biraz değiştirdim. Asya’nın “yeni sanayileşmiş ülkeleri” olarak tanımlanan Taywan, Singapur Güney Kore ve Hong Kong’u “Çevre” grubu içine taşıdım.
Bu tabloları 1997’den beri oluşturuyorum Bunların ortaya koyduğu genel bir saptama var: 21’nci yüzyılın başlarından bu yana ABD, emperyalist sistemin egemen gücü konumunu yitirmektedir. Tablodaki iki yıl da bu özelliği doğrulamaktadır.

2013: Kriz sonrası görüntüler
ABD’yi 2009’da, Avro Bölgesi’ni 2011’de sarsan iki kriz dalgasının dip noktaları aşılmıştır. Amerikan ekonomisi, emperyalist sistem içinde kriz öncesindeki konumunu (biraz hafiflemiş olarak) korumaktadır: Dünya ekonomisinin en büyük (astronomik) dış açık veren öğesi… Bu açık, 2006-2007 yıllarına göre yarı yarıya düşmüştür.
Almanya ve IMF’nin ortak çabaları sonunda Avro Bölgesi’nin beş “zayıf halkası” (İrlanda, İspanya, İtalya, Portekiz, Yunanistan) “hizaya getirilmiştir”: Bunlara çok sert “kemer sıkma” reçeteleri uygulanmış; milli gelirleri aşağı çekilmiş; dış açıkları yok edilmiştir: Bu “beşli”, toplam olarak, 2007’de 246 milyar, 2010’da 190 milyar dolar cari açık vermişti; 2013’te ise 45 milyar dolarlık bir fazlaya ulaştı. Bu katkı, tablodaki “diğer Batı” grubunun dış fazla sağlamasını mümkün kıldı. Bu durum, Avro Bölgesi’ndeki “uyum” operasyonunun dramatik (aslında “gaddar”) boyutu hakkında fikir verir.
Dünya Cari İşlem Dengeleri, Milyar dolar

Çin ve petrol ihracatçıları dışındaki “Güney” coğrafyasını kapsayan “diğer çevre” ülkeleri 253 milyar dolarlık cari açık ile ABD’yi bir adım geriden izlemektedir. Bu blok, büyük dış açık ve fazla veren ülkeleri birleştirir. 2009 sonuna kadar topluca dış dengede olduklarını belirliyoruz. Sonra ne oldu? Kriz sonrasında Batı merkez bankalarından taşan likidite, çevre ekonomilerine sıcak para biçiminde aktı; ucuzlayan döviz ve balonlaşma, dış ticaret açıklarını pompaladı. Sonuçta, Latin Amerika’nın altı büyük ülkesi o yıl 149 (Türkiye 65) milyar dolar cari açık verdi. Hindistan’ı saymazsak, büyük Asya ekonomileri ise sürekli dış fazla vermektedir.
ABD’nin ve “diğer çevre” blokunun dış açıklarının finansmanı, iki metropol ülkesi (Almanya, Japonya) ile Çin ve petrol ihracatçıları tarafından üstlenilmiştir.

2016: Petrol fiyatı dengeleri bozuyor
ABD üç yılda dış açıklarını 100 milyar dolar yükseltmiştir. En çarpıcı gelişme ise, ham petrol fiyatlarındaki dramatik (%50 civarında) düşmedir. Petrol ihracatçıları, ilk kez dış açık veren konuma sürüklenmiştir. Öteki bloklardaki belirgin sonuç, “diğer çevre” ekonomilerindeki toplam dış açığın yok olmasıdır. Bu sonuç, iki gelişmenin bileşkesidir: Latin Amerika ve Türkiye’deki cari açıklar (kabaca) yarı yarıya daralmış ve Çin dışındaki büyük Doğu Asya ekonomilerinin dış fazlaları (topluca)150 milyar dolar civarında artmıştır.
IMF, 2015 raporlarında, ham petroldeki ucuzlamanın dünya ekonomisini canlandıracağını ummuştu. Petrol ihracatçılarından (zenginlerden), net ithalatçılara (daha yoksullara) gelir aktarımı gerçekleşecek; dünya çapında toplam talep artacaktı. Bu beklenti tutmadı. Tam aksine, petrol zenginleri, yatırım fonlarını daralttı; metropol ve çevre ekonomilerinden çıktı; kendi ülkelerinde oluşan, yükselen kamu açıklarının finansmanına yöneldi. Sonuçta ham petrol fiyatları düşerken dünya ekonomisinin büyüme temposu da geriledi.
Anlaşılmıştır ki, dünya sisteminin ihracat fazlası veren üç büyük üretim merkezi (Almanya, Çin ve Japonya), “zayıf” ekonomilerin dış finansman gereksinimini karşılama işlevini sürekli olarak üstlenmiştir. Çin’in cari işlem fazlasında %100’e yaklaşan artış dikkat çekicidir. Bu ekonomiye ilişkin kriz beklentileri tutmamıştır. Çin Halk Cumhuriyeti, artık, kapitalist dünya sisteminin hegemonik aktörlerinden biridir. Ulusal parasına (renminbi’ye), geçen yıl IMF tarafından (dolar, avro ve Yen’in yanı sıra) dördüncü uluslararası rezerv para statüsü tanınmış; uygulama 1 Ekim 2016’da başlamıştır.
Dünya sistemi içinde ABD ise, kemikleşen, son üç yılda artan cari açıkları açısından kronik bir dış bağımlılık içindedir. Bu handikabı telafi eden teknolojik, askerî ve diğer ekonomik özellikleri elbette süregelmektedir. IMF’nin verileri, yine de sorgulatıyor: Ne zamana kadar? 14.10.2016

KORKUT BORATAV