30 Aralık 2017 Cumartesi

Cinsellikteki izansızlığımız çoğalıyor




Cinsellik meselesi ülke olarak bizim yumuşak karnımız olmayı sürdürüyor. Aslında bu durum konusunda geçmişte de hassasiyetlerimiz var mıydı? Sorusunun yanıtı evet vardı ancak bunu cehaletle ve açlık üzerinden anlatmayı seçiyorduk. Tabii bir de olup bitenler hususunda tartışmaları ortadan kaldırabilme becerisine haiz bulunan kanaat önderlerimiz vardı. İşin ilginç kısmı, zaman değişti, olanaklar çoğaldı ama insanlarımızın cinsellikle kurmuş olduğu bağdaki sakatlık bir türlü ortadan kalkmadı. Hatta daha bile geriye doğru bir gidiş yaşamaya başladık!
Kadınlar ve kız çocukları üzerindeki toplumsal baskıyı çağrıştıran açıklamalar artarken gündelik hayat içerisinde şaşkınlık veren ifadelerin sıklığı da çoğalır oldu. Kız çocuklarının nasıl giyinmesi gerektiği tartışması çoğu kez ahlak ve edep sınırlarının ötesinde dinsellik üzerinden aktarılır hale dönüştürüldü. Dikkat edin bu konuda her ağzını açanın cinselliğe vurgu yapıyor olması herhalde tesadüf olmasa gerektir. Öte yandan tam da bu noktada çocuklarımızın özellikle de kız çocuklarımıza yönelik ağır ifadeler bir taraftan tepki çekerken bir taraftan da normal görülmektedir.
Geçen hafta içerisinde beden eğitimi dersinde giyilen eşofmanlar üzerinden kamuoyuna yansıtılan ifadelerin birdenbire zaten işlemekte güçlük çekilen beden eğitimi derslerinin kaldırılmasını teklif edilmesine kadar gitmesi de yine ideolojik angajmanlar gereğidir! Aslında sadece bu mesele üzerinde de yazmak icap etmektedir. Çünkü kadının eve doğru yönlendirilme girişimleri, toplumsal hayat içerisindeki bütün görünüm alanlarını birer birer yok etmeyi de içermektedir. Spor alanı da bunlardan bir tanesi olup, kadınların kendi özgür iradeleriyle var olma mücadelesi vermeyi başardıkları ender yerlerden bir tanesidir.
Çocukların medyanın ilgisi doğrultusunda birer nesne haline dönüştürülmesi ve sömürülmeleri süreci, ülkemiz açısından kız-erkek ayrımı yapmadan sadece çocuk hakkı üzerinden karşı çıkmamızı gerektiren bir durumu ortaya koymaktadır. Çocukların; dizilerde, yarışma programlarında birer rating malzemesi olarak kullanılmalarının önüne geçmek ve onları daha küçük yaşlardan itibaren çalışma hayatının içerisine sokmaktan kurtarmak durumundayız.
Ama bütün bunları yaparken olan biteni çocuk hakkı ve sömürüsü, istismarı üzerinden hayata geçirmek yerine ‘kız çocuklarının seksi dans etmesi halkı tahrik ediyor’ gibi açıklamalarla yaşananları tuhaf bir boyuta taşımamalıyız. Buradaki gariplik bir tarafın kız çocuklarını giyim kuşam konusunda kendi yaşının çok ötesinde giyinme, süslenme ve davranmalarını normal bulurken, bir diğer tarafın bunun üzerinden bambaşka bir yere ulaşıyor olmasıdır. Aslında her ikisi de problemlidir çünkü kız çocuklarını küçük birer kadın görünümüne sokan kıyafetler, makyajlar ve saçlar onları olduklarından büyük göstermektedir. Bunun üzerinden çocukları cinsel birer obje olarak görmek isteyen tipler açısından ise söz konusu durumun adı aslında pedofilidir.
Gündemin içerisinde birbirinden habersizmiş gibi duran buna karşın aslında aynı yerden beslenen haberleri okudukça, gerçekten bizim başka işimiz gücümüz yok mu? Sorusunu daha fazla sormaya başlıyorsunuz. Çünkü özellikle istiyor olsanız bu kadarını denk getirebilmeyi başaramazsınız! Çocukların dansından tahrik olanların haberleştirilmesinden sonra bu kez de ‘Çocuklara Kapanma Partisi’ yapıldığını görüyoruz. Küçücük çocuklar, öğretmenlerinin gözetiminde hazırlanan kağıtları kaldırarak poz veriyorlar, hepsinin başı kapalı. Buradaki tuhaflık ise yapılan organizasyonda kullanılan kağıtlardaki yazıları değiştirin, baş örtüsünü çıkartın adeta bir yılbaşı kutlamasını andırıyor olmasıdır. Bugünlerde sürekli olarak kusulan yılbaşı kutlama nefreti ile pek örtüşmeyen bir görüntüyü andırdığını göreceksiniz.
Çocuklar üzerinden yürütmekte olduğumuz zorlama ve kendi ideolojik angajmanlarımızı dayatma duygusu, en çok bu küçücük yavrulara zarar veriyor. Onları her defasında oldukları gibi çocuk olarak kabul etmek yerine, kendi istediğimiz gibi görmeye ve göstermeye gayret ediyoruz. Çocuklarımızı belki de hiç olmak istemedikleri, davranmak istemedikleri gibi davranmak, olmak ve yaşamak zorunda bırakarak, hayatlarını daha küçük yaşlardan itibaren zapturapt altına almayı ebeveynlik sanıyoruz.
Cinsellik konusundaki izansızlığımız öylesine aklımızı başımızdan alıyor ki, her şeyi buraya bağlamaya ve bunun üzerinden olan biteni değerlendirmeye başlıyoruz. Maalesef burada kız çocukları ve kadınlar birinci derecede sıkıntı çekenler olarak karşımıza çıkıyorlar. Ardından ise eşcinsel erkekler geliyor çünkü onlar da var olan erkeksi yapının ötekileri olarak eziliyor ve örseleniyorlar.
Hatta bu öylesine bir nefret dilini içeriyor ki, sadece sokakta değil üniversitede bile rahatça dolaşım olanağına kavuşabiliyor ve işlevini yerine getiriyor. Okulumda erkek olup da kız gibi davranan hoca istemiyorum. Bu ahlaksızlık ve terbiyesizliktir’ ifadesi bir rektörün ağzından rahatça dökülebiliyor. Ayrıca bunları söyleyebilmek serbest buna karşın haber yapmak yasak, yaparsanız dava açarım’ tehditleri de işin cabası olarak ortaya konabiliyor.
Akıl ve izan arasındaki mesafemiz açıldıkça olan biteni anlamlandırmayı ve buna uygun bir şekilde davranış geliştirebilme yetilerimizi de kaybetmeye başlıyoruz. Burada hiç kuşkusuz cinsellik, hepimiz açısından daima sınıfta kaldığımız ve bir türlü geçmeyi başaramadığımız dersimiz olarak, hayatlarımızı alt üst etmeye devam ediyor. Bütün adımların hep buradan başlanarak atılıyor olması ve dönüp dolaşıp hep aynı yerde aynı yanlışları yapmayı sürdürüyor olmamız tesadüf değildir!


Türkiye Cumhuriyeti'ne "İhanet Belgesi"nden rastgele seçilmiş alıntılar

Türkiye Cumhuriyeti'ne "İhanet Belgesi"nden rastgele seçilmiş alıntılar
Lozan Barış Müzakereleri sırasında, İngiltere, Fransa, İtalya gibi devletler, mütareke dönemindeki işbirlikçilerinin cezalandırılmasını önlemek için "genel af" isteminde bulunmuşlardır.

Mustafa Kemal ATATÜRK, kendi çıkarları için düşmanla işbirliği yapan dönemin etki ajanlarını ve işbirlikçilerini (Refik Halit Karay, Refi Cevat Ulunay, Ahmet Anzavur, Çerkez Ethem ve ağabeyleri Tevfik ve Reşit Beyler, Damat Ferit Paşa vd.) dış baskıyla affetmek yerine, onlara ilk ulusal andıçta yer vererek, 150'sinin de Türk vatandaşlığından çıkarılmasını ve sınırdışı edilmelerini -ki önemli bir bölümü önceden yurtdışına kaçmıştır- sağlamıştır.

Türkiye'de mevcut sistem, halk deyimi ile devlet müsamahası altında "itlerin salınıp taşların bağlanması" özdeyişinde, Cumhuriyeti savunanların cezalandırıldığı bir konuma getirilmiştir.


"Yargıda şeriatçı kadrolaşma yok" diyen biri tüm skandallarına rağmen hala Devlet'te üst düzey görevdeyse, üniversitelerde bini aşkın akademisyenin atılmasında ve yerlerine şeriatçı kadrolaşmanın ikamesinde önemli rol oynayan biri hala Devlet protokolünde yer alıyorsa, faziletli belediyeler sırf tarikatçı olmadığı için binlerce çalışanını işten atabiliyorsa, 28 Şubat sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı'ndaki fethullahçı kadrolaşma akılalmaz yöntemlerle bir kanser gibi Türkiye'nin geleceğine musallat olabiliyorsa, aydın kıyımı tüm kamu kurum ve kuruluşlarında hala sürüyorsa ve Devlet tüm bu gelişmelere karşı seyirci kalmakta devam ediyorsa, bu sistemin sorgulanması ve yapılandırılması gerekmektedir.

Türk Devletinin ülkesi ve ulusuyla bölünmezliği konusunda ödün vermeyen Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları, Güneydoğu'da sıcak çatışma bölgelerinde yaşamsal risk altındayken, Cumhuriyet aydınları da şehirlerde yaşamsal risk altındadır.

Adeta mahkum edildiğimiz bu kısır döngü ne zaman kırılacak diye sorarsınız, Atatürk'ün "seçkin ihaneti"ni ve de vatanseverliğin gereklerini vurgulayan aşağıdaki değerlendirmesini okuyunuz: 

"... Kurtuluş yolu ararken, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi.

Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti.

Osmanlı Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.

Bu anlayışta olan yalnız halk değildi.
Özellikle seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyorlardı.

(...)

Birincisi: İngiltere'nin koruyuculuğunu istemek.
İkincisi: Amerika'nın güdümünü istemek.

Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti'nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir.

Osmanlı ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir.

Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yolları ile ilgilidir.

Mesela: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti'nden koparılacağı görüşünde, ondan ayrılmamak yollarına başvuruluyor.

Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar.

(...)

Bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi.

Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti.

Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı.
Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı.

Son olarak bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı.

Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, Padişah, Halife, hükûmet bunların hepsi kavramı kalmamış birtakım anlamsız sözlerdi.

Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu?

O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?

Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı.
O da ulus egemenliğine dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak.

İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.

Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır.

Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.

Ne denli zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.

Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir.

Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.

Oysa, Türk'ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür.

Böyle bir ulus, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.
Öyleyse, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!"

Alıntı:Cesuryorum