31 Ocak 2018 Çarşamba

SOSYAL DEMOKRASİ VE KEMALİZM BİRBİRİNE ZITTIR

SOSYAL DEMOKRASİ ATATÜRKÇÜLÜK DEĞİLDİR / Dr. Hasan İleri

Atatürkçülük (Kemalizm) ve Sosyal Demokrasi tartışması konuya ilgi duyanların zihinlerinde genellikle sessiz olarak yaptıkları, zaman zaman da sesli hatta yüksek sesle yaptıkları, güncelliğini kaybetmemiş bir tartışmadır. CHP Kurultayı nedeniyle yeniden yüksek sesle yapılmaktadır.

Geniş ve çok önemli olan bu konunun sağlıklı olarak irdelenmesi için tarafsız kalınması ve bazı somut gerçeklerin görmezden gelinmemesi ve konunun bugünkü dünya ve Türkiye gerçeklerinde incelenmesi ve irdelenmesi gerekmektedir. Konunun anahtarı Kemalizmin iyi incelenip irdelenmesidir. Çünkü bize göre Kemalizm, maalesef bizim açımızdan yeterli olarak bilinmemektedir.

KEMALİZM NEDİR?

Kemalizm, Atatürk’ün hayatı boyunca Türkiye ve dünya için ürettiği fikirler ve bu fikirlere dayanan proje ve eylemlerdir. Bunların sonuçlarıdır. Kemalizm sadece Altı Ok’ tan ibaret değildir. Altı Ok, Türkiye içindir.

Bazı çevrelerde Kemalizm ve sosyal demokrasi tartışılırken Türkiye’deki sosyal demokrasinin kökleri Kemalizm’de aranmaktadır. Bu yanlıştır, böyle bir şey yoktur.

Sosyal demokratlar, partilerini 23 Aralık 1918’de bugünkü İstiklal Caddesi’nde kurmuşlardır. Kurucuları ve liderleri Dr. Hasan Rıza’dır. Hasan Rıza liderliğindeki sosyal demokratlar, Mustafa Kemal ile bazı temaslarda bulunmuşlardır. Sosyal demokratlar Kurtuluş Savaşı’na soğuk bakmışlar, Wilson Prensipleri’ni benimsemişlerdir. Savaştan sonra Cumhuriyet Hükümeti’nden parti izni istemişler, ama 13 Mayıs 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanmışlardır.

SOSYAL DEMOKRASİ VE KEMALİZM BİRBİRİNE ZITTIR

Sosyal demokrasinin benimsediği yaklaşımlar ile Kemalizm’in yaklaşımları birbiriyle uyuşmamaktadır. Çok kısa olarak bu konuda bazı hususları belirtmeyi uygun buluyorum:

Sosyal demokrasi ulusal egemenliğin aşılmasını ister.
Kemalizm’de ise ulusal egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve ulusal egemenliğin aşılarak oluşturulmak istenen küreselleşmeyi bir RÜYA olarak görür.

Sosyal demokraside Cumhuriyetçilik şartı yoktur. Birçok sosyal demokrat ülkede KRAL vardır. Örneğin İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika gibi ülkelerde demokrasi ile beraber krallıklar vardır. Kemalizm’de böyle bir durum olamaz. Kemalizm’in birinci ilkesi Cumhuriyetçiliktir.

Sosyal demokraside milliyetçilik yoktur. Uluslaşma, sosyal demokraside yoktur. Sosyal demokrasi yöresellikle, evrenselliğin uyumlu olarak bütünleşmesini savunur. (YENİ SOL, İsmail Cem - Deniz Baykal)

Sosyal demokratlar Türkiye’nin Misak-ı Milli’sini tanımak zorunda değildir.

Sosyal demokrasi, Atatürk devrimlerini kabullenmek ve onlara uymak zorunda değildir.

Sosyal demokrat ülkelerde, bizde olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı veya muadili bir kurum yoktur. Kilise, sosyal demokraside dini tebliğde özgürdür, tarikatlar serbesttir.

Çok kısa olarak değindiğimiz bu hususlardan da anlaşılacağı gibi CHP’deki bugünkü kavga ULUSALCI-YENİLİKÇİ kavgası değil Kemalizm-sosyal demokrasi kavgasıdır.

Kılıçdaroğlu ve ekibi sosyal demokrasiyi savunmaktadır.

CHP'nin kurumsal yönetimine buradan sesleniyorum:

Kendinizi yenilikçi, ulusalcı gibi kılıflara sokmadan Atatürkçü (Kemalist) ya da sosyal demokrat olarak açıklayınız.

Böyle bir açıklamaya CHP’ nin de Türkiye’nin de ihtiyacı vardır.

Ayrıntılı bilgi için: https://youtu.be/nABXk6vYcSk

***
Hem Atatürkçü (Kemalist) hem Sosyal Demokrat olunmaz. İkisi ayrı ideolojilerdir. Bir kurum ele geçirilip başka noktalara çekilebilir. Partizanca müritlik yapan yobazların koyun diye aşağıladıkları başka bir partinin müritlerinden özde hiçbir farkları yoktur.

"Atatürkçü" olmak ile "Atatürksever" olmak aynı şey değildir.

CHP KURUMSAL OLARAK Sosyal Demokrasi ideolojisine saptırılmışken MHP de yine KURUMSAL OLARAK Türk-İslam Sentezciliği ideolojisine saptırılmıştır. Bu partilerde BİREYSEL olarak Atatürkçülerin bulunması, vatansever insanların yer alması başka şeydir bu partilerin kurumsal çizgilerinin saptırılmış olması başka şeydir.

Çeşitli gerekçelerle çeşitli partilere oy veren Atatürkçüler ve de özellikle Atatürkseverler sayıca halen belirleyici güç olmakla birlikte bir dağınıklık söz konusudur.


Atatürkçüler, Atatürkseverleri de bilinçlendirerek ya bulundukları dernek, sendika, vakıf ve siyasi partilerden oluşan Sivil Toplum Örgütleri'nde yönetici güç olup kurumlarını Atatürkçü çizgiye çekmeli ya da yapay sağ-sol ayrımlarını ve günübirlik mülahazalara dayalı partizanca davranışları bir kenara bırakarak aynı yapıda birleşmelidir.

30 Ocak 2018 Salı

CHP; ATATÜRK CUMHURİYETİYLE BİRLİKTE TARİHSEL BİR DÖNÜM NOKTASINDA!

CHP KURULTAYI, ULUS VE YURDUMUZU, AKP-BOP KUMPASINDAN "SAĞCILIK, SOLCULUK" GİBİ DOKTRİNCİLİK SÖYLEMLERİYLE DEĞİL, YİNE ANCAK ATATÜRK'ÜN DEMOKRATİK VE BİLİMSEL İLKE VE YÖNTEMLERİYLE ESENLİĞE ÇIKARABİLECEĞİNİ GÖRÜP GÖSTERMELİDİR!

BUNUN İÇİN, CHP KURULTAYI, "SOL, SOSYAL DEMOKRASİ" GİBİ SÖMÜRGECİ AVRUPA'NIN KENDİ İÇ KAVGALARININ 19. YÜZYILDAN GELEN DOKTRİNER KAVRAMLARINI DEĞİL, ATATÜRKÇÜ "MİLLİ MÜCADELE"NİN "TAM BAĞIMSIZLIK", "KAYITSIZ- ŞARTSIZ ULUSAL EGEMENLİK", "MİSAK- I MİLLİ", "MİSAK-I MAARİF", "İKTİSADİ MİSAK-I MİLLİ", "DEMOKRATİK DEVLETÇİLİK", "YURTTA VE DÜNYADA BARIŞ", "LAİKLİK" KAVRAMLARINI BAYRAKLAŞTIRMALIDIR!

Çünkü bilmelidir ki, aslında "sosyal demokrasi" ideolojisi ve örgütlenmesi, 19. Yüzyıl 2. yarısında tam bir "Marksist" düşünce ve örgütlenme olarak ortaya çıkmıştır. Bolşevik devrimi, Stalinizm, 2. D. Savaşı süreci içinde Marksist düşünce ve örgütlenme, kendi içinde farklılaşmalar yaşamışsa da, doktrincilik özelliği hep başat kalmıştır.

Bunun önemi ne midir? İsveç örneğiyle açıklayacağım:

İsveç Sosyal Demokrat partisi de 1870'lerde tam bir Marksist parti olarak kurulmuştu. Bu parti, İsveç’te 1930'ların başından beri, hemen kesintisiz olarak iktidarda olmasına karşın, EKONOMİK PROGRAMINI UYGULAMAYA HİÇ KOYMAMIŞTIR! Çünkü doğrudan doğruya İsveç Sosyal Demokrasi Partisi'nin babasının sözleriyle belirtelim, "Genel planlamanın demokrasiyle bağdaşır yolunu bulamıyoruz" diyorlardı.

CHP de, 1965'te "Ortanın Solu" sloganı ve sonrasında BELİRSİZ VE TARTIŞMALI "sosyal demokrasi ideolojisi" açılımı yapmak, böylece -hem de hep azınlıkta kalacağı en büyük olasılık olmasına karşın- "sağcılık - solculuk" kutuplaşmasına yol açmak yerine,
Kurucusu Atatürk'ün doktrinciliğe neden karşı çıktığını belirten uyarılarını topluma hep duyurmalı, EKONOMİ ALANINDA DA yine Büyük Önderin Nutuk’ta gerekçesini belirttiği, özellikle de YURTTAŞ İÇİN MEDENİ BİLGİLER kitabında da açıklamasını yaptığı ve uygulamasını da başarıyla sergilediği Demokratik Devletçilik ve Planlı Ekonomi ilkesini benimsediğini ilân etmeliydi. Bugün de bunu yapmalıdır.

Bu bağlamda, gerekçelerini de Atatürk'ün "siyaset bilimi kuramına ve demokrasi ilkesi” ne katkı değerindeki şu düşüncelerini bayraklaştırarak açıklamalı, Türk siyasal kültüründe yerleşmesine çalışmalıydı ve çalışmalıdır:

1- Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nın başında, kendisine yapılan "Adımızı koyalım, kapitalist miyiz, sosyalist miyiz, Bolşevik miyiz, adımızı bilelim." çağrılarını şöyle karşılamış ve etkisiz kılabilmişti:

"Değişimlerin değişmez kuralları olmaz. Bir topluma mutluluk sağlayan bir düşünce, bir başkasının yıkımına yol açabilir. Onun için biz kendi gerçeğimizi kendi içimizden bulup çıkarmalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı bilir, ama kendimizi bilmeyiz. Biz, benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz. Kendimiz olmalıyız."

Bu konuda Nutuk’ta yazdığı daha da açıktır ve doktriner, ideolojik katılığın bilimsel yöntemin geçerlik ölçütleri açısından irdelenişi, çürütülüşü niteliğinde bir ilke-tutumdur:

" Bizim programımıza karşı çıkanlar, onu, görmeğe alışık oldukları bir kitaba (doktrine, Ö. O) benzetemiyorlardı. Oysa bizim programımız temelliydi (=ayaklarımız somut gerçeğe basıyordu, Ö. O.) ve işlemseldi (=Uygulamanın sorumluluğunu da üstlenmiştik, Ö.O.). Biz de isteseydik uygulanamayacak düşünceleri, kuramsal bir takım ayrıntıları yaldızlayıp bir kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusumuzun maddi ve manevi gelişme gereksinimlerinin doğrultusunda, işlem ve eylemlerimizle SÖZLERİN VE KURAMLARIN ÖNÜNDE GİTMEĞİ YEĞLEDİK."

Atatürk, 1929'da yazdığı YURTTAŞ İÇİN MEDENİ BİLGİLER kitabında ise, DEVLETİN YURTTAŞA KARŞI GÖREVLERİ başlığı altında HEM KAPİTALİZMİN, HEM DE SOSYALİZMİN DEMOKRASİNİN TEMEL NİTELİKLERİ AÇISINDAN ELEŞTİRİSİNİ YAPAR VE KENDİSİNİN DEMOKRATİK PLANLI DEVLETÇİ EKONOMİ ilkesini gerekçeleriyle açıklar.
Kapitalizmi (bireyciliği) olduğu gibi Sosyalizmi de doktriner baskıcılığın ağır ve açık sonuçları açısından eleştirir ve Bolşeviklik örneğinde sosyalizmi şu sözcüklerle reddeder:

"Bir toplumu bir bölüm insanlarının düşüncelerine zorla tutsak etmek ve cılız bağımlılar durumuna düşürmek, doğal ve akla uygun bir yönetim biçimi değildir. Bugünkü Bolşeviklikte biz bunu görüyoruz."

Bugün de CHP yönetimi Atatürk'ün bu bilimsel ve demokratik dünya, toplum ve insan anlayışını programlarına temel almalı, artık geçersizliği kanıtlanmış olan sağcılık - solculuk denilen ideolojik-doktriner kalıp-söylemleri bir yana bırakmalıdır kanısındayım.

Özer OZANKAYA 

Lütfen bakınız:

1. Cumhuriyet Çınarı - Mustafa Kemal'i "Atatürk" Yapan Uygarlık Tasarımı" (CEM YAY.)

2- Toplumbilim, (CEM YAY.)

3- Türkiye'de Laiklik,(CEM YAY.)

4- Toplumbilim (CEM YAY.)

5- "Yurttaş İçin Medeni Bilgiler" (ADD Yay.)


6- Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti, (CEM YAY.)

"Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) – Kuvayı İnzibatiye (Anzavur Ahmet çetesi) ile benzeştirilebilir”

Sayı:2018/008
Konu: “Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) – Kuvayı İnzibatiyedir”                                                                        30 Ocak2018   
Kod: 32.011.159
BASIN AÇIKLAMASI
"Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) – Kuvayı İnzibatiye (Anzavur Ahmet çetesi) ile benzeştirilebilir”
"Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) terör örgütü değil, kendi vatanlarını savunan içinde her meşrepten her inançtan etnik kökenden bulunan insanın bulunduğu milli yapıdır. Tıpkı Kuvayı Milliye güçleri gibi sivil bir oluşumdur"  diyenlere yanıtımızdır.
Türk ulusuna uygulatılmaya çalışılan emperyalist bir işgal planına karşı yerel direnişin ve bölgesel milis (halk) birliklerinin ilk kıvılcımı olan Kuvayı Milliye vatan ve namus savunmasının adıdır.
 “El Nusra” artığı, dış güçlerin maşası, kendi vatanına, kendi ordusuna karşı savaşan "Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)” ile Kuvayı Milliye'yi benzeştirmek tümüyle Kurtuluş ve kuruluşumuza, ulusumuza yapılmış itibarsızlaştırma ve hakarettir.
"Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)'na, Türk kurtuluş savaşında bir benzeştirme yapılacaksa; Türk ulusu yokluk ve yoksulluk içinde, vatan, namus ve bağımsızlık mücadelesi vermeye çalışırken, İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin tarafından, İngiltere’nin desteği ile kurulmuş,  bir Hıyanet ve yıkım Ordusu olan Kuvayı İnzibatiye (Anzavur Ahmet çetesi) ile benzeştirilebilir.
Halkımızın bilgisine sunulur.

  
 YÖNETİM KURULU ADINA:                                            Mahmut ÖZYÜREK
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI


29 Ocak 2018 Pazartesi

Fesli Deli Kadir'in hezeyanlarının yeri “milletin huzuru” değil tarihin çöplüğüdür.



Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Kocaeli Gençlik Kolları İl Kongresi öncesi kendisini bekleyen vatandaşlara seslendi. Erdoğan, CHP'den Ege'deki adalara ilişkin yapılan eleştirilere yanıt veren Erdoğan, “Çünkü biliyorsunuz uluslararası camiaya eğer kendinizi anlatmazsınız, meydanda kazanırsınız, masada kaybedersiniz. Lozan'da öyle olmadı mı? Kılıçdaroğlu'na sorsan Lozan'da kazandığımızı söyler. Ondan sonra da adaların faturasını AK Partiye kesmeye kalkar. Adaları siz verdiniz siz. Sizin partinizin başında olanlar verdi. Tarihi dosyaları hazırlatıyorum ve Lozan da dâhil olmak üzere bunların önüne, milletin önüne bu belgelerle anlatacağız. Görecekler kim nerede neyi vermiş. Öyle yalanlarla, dolanlarla bu milleti aldatamazsınız"  buyurmuşlar. 27 Ocak 2018
Siyasal alanda yalnızca karşı devrimin değil, faşizmin kurumsallaşmaya yöneldiği bu günlerde geçmişte emperyalizmin devşirdiği sözde aydın, dinci gericilikten beslenen bir kesimin dile getirdiği bu ve benzeri “Cumhuriyet Tarihi Yalanları” bugün üzüntüyle belirtmek gerekir ki Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milleti'nin birliğini temsil eden bir makam sahibi tarafından dile getirilmektedir.
Cumhuriyet Tarihini çarpıtarak, Çağdaş devrime ve Atatürk’e kurtuluş ve kuruluşumuzu sağlayan kadroya saldırarak siyaset yapmak, yalnızca bunu yapanların değil, aynı zamanda Türkiye cumhuriyetinin uluslararası alanda itibarsızlaştırılmasıdır.
1919 la başlayan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sürecini meşru olmayan yol ve yöntemlerle çarpıtmak, karalamak, itibarsız kılmak Mustafa Kemal Atatürk’ten intikam almak, Atatürk’le Türk halkının bağlarını koparmak Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin önceliğidir. 1950’li yıllarda başlayan bu yeniden sömürgeleştirme süreci, günümüzde iktidar gücünü de yanına alarak pervasızca sürdürülmektedir. 
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı,  ya kadrolu saray tarihçileri bilinçli ve kasıtlı olarak yanlış bilgilendiriyorlar, ya da Erdoğan siyasal alanda bazı kazanımlar elde etmek amacıyla doğruları dile getirmekten özellikle kaçınıyor. Her iki durumda gerçekten kaygı vericidir.  Ancak unutmamak gerekir ki tarih İktidar gücü ile yazılmaz. Yazılmış olsa bile, o tarih değildir ve  bir “utanç” belgesi olmak dışında değer ve anlam taşımaz.
  Bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının Ulusal Bağımsızlığımızın, Ulusal birliğimizin, topraklarımızın “tapu senedi” Lozan’a saldırması için, ya tarih bilmemesi, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası koşulları analiz edememesi, ya Sevr Antlaşması’na bel bağlamış olması ya da akli melekelerden yoksun olması gerekir.  
Şimdi Gelelim Ege Adalarını Kimlerin - Kime Verdiğine
1.  II. Mahmut (1808 – 1839) Rusya`nın baskısıyla Eylül 1829`da imzalanan Edirne Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşmanın 10. Maddesine göre Yunanistan’ın özerkliği sağlanmıştır. Yine II. Mahmut döneminde 1830 Londra Antlaşması ile Yunanistan’ın bağımsızlığının resmen tanınmasını getirmiştir. Yunanistan’ın 1830’da bağımsızlığını kazanmasıyla Mora ve Attika Yarımadası’nın elden çıkmasına ek olarak; Eğriboz, Kuzey Sporat Adaları, Siklat Adaları da Türklerin elinden çıkmıştır.
2.  Sultan Mehmed Reşad (V. Mehmed) (1909 - 1918) Uşi Antlaşması (18 Ekim 1912): 1911 Eylül sonunda İtalya Trablusgarp'a saldırdı. Osmanlı hazırlıksız yakalandı. II. Abdülhamit döneminde donanmanın Haliç'te çürütülmesinden dolayı Osmanlı şimdi çok zor durumda kalmıştı. Osmanlı Donanması’nın zayıflığından yararlanan İtalya, 12 Adalar’a saldırıp işgal etti. İtalyan donanması Çanakkale'yi geçmeyi bile denedi, ancak başarısız oldu. 
İtalya'nın bu saldırılarından cesaret alan Balkan ülkeleri de Osmanlı'ya savaş ilan ettiler. Osmanlı Donanması’nın zayıflığı, Yunanistan'ın da iştahını kabarttı. Yunanistan, Averof zırhlısıyla Ege adalarını, özellikle Midilli'yi işgal etti. İki cepheden kuşatılan Osmanlı, İtalya ile Uşi Antlaşması'nı imzaladı. Bu antlaşma ile Osmanlı, 12 Ada'yı Balkan Savaşı sonuna kadar İtalya'ya bıraktı. Ancak kısa süre sonra başlayan I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ile İtalya'nın karşı karşıya gelmesiyle adalar İtalya'da kaldı. Böylece 12 Ada, fiilen 1912 ve 1914 yıllarında elden çıktı.
3.  Londra Antlaşması: (30 Mayıs 1913), Atina Antlaşması (14 Kasım 1913): Osmanlı Devleti, I. Balkan Savaşı sonunda çok ağır bir yenilgiye uğradı. Bulgar orduları Çatalca'ya kadar geldi. Edirne kaybedildi. İşte o günlerde Ege Adaları Yunanistan tarafından işgal edildi. Osmanlı, 12 Ada'nın ve Trablusgarp'ın işgaline karşı koyamadığı gibi, Ege Adaları’nın işgaline de karşı koyamadı, çünkü donanması yoktu. Balkan Savaşı'ndan sonraki Londra Antlaşması'na göre Ege Adaları’nın geleceğinin “büyük devletlerce” belirlenmesine karar verildi. Ayrıca Girit Adası Yunanistan'a bırakıldı. II. Balkan Savaşı sonundaki Atina Antlaşması'yla da Ege Adaları’nın geleceğinin yine “büyük devletlerce belirlenmesine” karar verildi.
4.  Büyükelçiler Konferansı (Şubat 1914): Ege Adaları Yunanistan'ın elindeydi ama Osmanlı Devleti, 22-23 Aralık 1913'te büyük devletlere, Anadolu kıyılarına yakın Midilli ve Sakız gibi adaları Yunanistan'a bırakmak istemediğini bildirdi. Ancak büyük devletler, buna karşı çıkınca Osmanlı geri adım attı. Sonuçta Londra'da Büyükelçiler Konferansı toplandı. Burada alınan kararlar 14 Şubat 1914'te Osmanlı'ya iletildi. Buna göre Meis Adası hariç 12 Ada İtalya'ya, İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege Adaları Yunanistan'a verildi. Osmanlı Devleti bu durumu kabul etmeyerek 15 Şubat 1914'te büyük devletlere bir nota gönderdi. Ancak bir sonuç alamadı. Bu sırada I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla Ege Adaları fiilen Yunanistan'da ve İtalya'da kaldı. Türkiye'nin elinde ise fiilen Gökçeada, Bozcaada ve Meis vardı.
5.  Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920): I. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'yi parçalayıp paylaşmak için Osmanlı'ya imzalatılan Sevr Antlaşması'nın 84. Maddesi’ne göre Türkiye, Gökçeada (İmroz), Bozcaada, Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam, Nikarya gibi tüm adaları Londra, Atina ve Büyükelçiler Konferansı kararları doğrultusunda Yunanistan'a verecekti. Sevr Antlaşması'nın 122. Maddesi’ne göre Türkiye, İtalyan işgali altında bulunan Stampalia, Rodos, Herkit, Kerpe, Kaşot, Piskopis, İncirli, Kalimnos, Loryos, Patnos, Limpos, Sümbeki, İstanköy adaları ile bunlara bağlı adacıklar ve Kastellorizo Adası üzerindeki bütün haklarından, sıfatlarından vazgeçecekti.
Bu anlaşmalar Ege Adaları ve 12 Ada'nın neredeyse tamamının, 1923 yılındaki Lozan Antlaşması'ndan yaklaşık 10 yıl önce kaybedildiğinin resmi belgeleridir. Ege Adaları, 12 Ada 1912, 1913, 1914 yıllarında fiilen zaten kaybedilmişti. Sevr Antlaşması'na göre tüm Ege adaları Yunanistan'a, 12 Ada ise İtalya'ya bırakılıyordu.  Tarihe “Fesli Deli Kadir” gözüyle bakmayan, ortalama zekâ seviyesindeki hemen herkes 1923 ten önce Ege Adalarının tümünün elden çıkmış olduğunu anlayabilir. Ancak Sevr’i geçersiz kılan Türk Kurtuluş Savaşının başarıyla tamamlanmış olması Lozan da Ege Adalarının bir kez daha müzakere konusu olmasını sağlamıştır.
6.  Lozan Antlaşması(Lozan, 24 Temmuz 1923 )Lozan Görüşmelerinin beşinci gününde Ege Adaları, Birleşik Krallık delegesi Lord Curzon’un başkanlığında görüşülmeye başlanmıştır. TBMM’yi temsilen giden heyetin başındaki İsmet Paşa Türkiye’ye bırakılması istenen adaları sıralamıştır. Bu adalar arasında Gökçeada ve Bozcaada da bulunmaktadır. Ancak adalara özerklik teklifinde dahi bulunulmasına karşın Gökçeada, Bozcaada ve Meis dışındaki tüm adaların Yunanistan’a bırakıldığı ısrarla belirtilmiştir. Daha sonra görüşmelere ara verilmiş ve 23 Nisan 1923’te Eşek Adası’nın Türkiye’ye bırakıldığı kabul edilmişti. Meis Adası ise Türkiye’ye verilmedi. Yine anlaşma sağlanamadı ve görüşmeler kesildi. Sonunda 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre Gökçeada, Bozcaada, Tavşan Adası, Eşek Adası gibi adalar alınabilmişti. Ayrıca Anadolu sahillerine üç milden az uzaklıkta bulunan adalar ve adacıklar da Türkiye’ye verilmişti.
Ege Adaları’nın hukuki yorumu ise burada başlıyor. Lozan’da Yunanistan’a ve Türkiye’ye verilen adalar dışında bir de egemenliği hukuksal olarak belirtilmemiş adalar-adacıklar bulunuyor. Bütün bu savaşlar öncesinde Ege Adaları Türklerin kontrolünde olduğu için ve de Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın mirasçısı ve hukuki devamı olduğu için adalarda hukuken hak iddia edebiliyoruz. Yunanistan’a antlaşmalarla verilen adalar belli ise geriye kalan tüm adaların Türkiye’ye ait olması kadar doğal bir şey yoktur. Burada Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın devamı ya da mirasçısı olmadığını düşünenler olabilir. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan kalan borçların kendi üzerine düşen kadarını ödeyip reddi miras yapmayarak hukuki olarak Osmanlı’nın devamı ve mirasçısı olduğunu zaten kabul etmiştir. Dolayısıyla Ege’de hukuksal konumu belirlenmemiş her ada ve adacık Türkiye Cumhuriyeti’nin vatan toprağıdır.
Yunanistan tarafından işgal edilen ada ve adacıklar;
 Koyun Adası 17,4 km2, Eşek Adası’nın 14,5 km2, Fornoz adası 10 km2’, Nergizcik Adası. 6.6 km2, Hurşit Adası, Bulamaç Adası, Kalolimnoz Adası, Keçi Adası, Sakarcılar Adası, Koçbaba Adası, Ardacık Adası ve bu yıl işgal edilen Ardıççık Adası. Bir de Girit çevresinde hukuki statüsü belirlenmediği için Türk toprağı sayılan adalar var: Gavdos, Dhia, Gaidhouronisi, Koufonisi ve Dionisades Adası.
İstanbul’un hemen yakınındaki Büyükada’nın yüzölçümü 5,4 km2 olduğu düşünülürse işgal edilen adaların toprak büyüklükleri hakkında bir yargıya varabiliriz.
 2004 yılından itibaren Türkiye'nin vatan toprakları Yunanistan tarafından adım adım işgal edilmiştir. Bugün Türkiye'ye ait 18 ada ve bir kayalığa Yunan bayrağı çekilmiş, Yunan askeri, adalarda konuşlanmıştır. 
Doğu Ege Adalarının aidiyeti ve silahsızlandırılmış statülerine ilişkin temel belgeler 1923 Lozan ve 1947 Paris Barış Anlaşmalarıdır. Aidiyet ve silahsızlandırma konusunda Lozan Barış Anlaşması’nın 6. 12. 15. ve 16. maddeleri, Paris Barış Anlaşması’nın da 14 maddesi ayrıntılı hükümler içermektedir.
Bu adaların “Türkiye Cumhuriyetinin egemenlik alanı içinde” olduğu uluslararası kabul görmüş bir olgudur. Adaların Türkiye’ye ait olduğu 20. yüzyılın İngiliz ve Amerikan haritalarında da belirtilmiştir. Ayrıca Lozan Barış Antlaşması’nın 15. maddesinde sözü edilen 2 numaralı haritada da adaların Türk hâkimiyetinde olduğu altı siyahla çizilerek gösterilmiştir. (Harita – 1) Söz konusu haritada Yunan ve İtalyan Adaları da altı kırmızı ile çizilerek gösterilmiştir. Yine 1943 yılına ait İngiliz haritasında, 1951 yılına ait Amerikan haritasında da adalar Türk toprağı olarak gösterilmiştir. Hal böyle iken daha fazla kanıta ihtiyaç var mıdır?
Peki, Türk Hükümetleri adaların işgaline neden ses çıkarmadı? Her gün “Suriye bizim iç işimiz” diyen bir hükümet, Yunanistan’ın adalarımızı işgalini iç işi olarak görmüyor mu?
Bu sorunun yanıtını Emekli Albay Ümit Yalım veriyor.
Gizli mutabakat yapıldı
"İşgal 2004'te başladı, bunun AB'den müzakere tarihi alabilmek için verilen bir taviz olduğu söyleniyor" diyor ve ekliyor “Bu gizli bir mutabakat. Kayıtları var mı bilmem. 2006'dan itibaren Türkiye ile Yunanistan arasında istikşafi görüşmeler başladı. Bu görüşmeler maalesef gizli olarak, Türkiye'den üç diplomat, Yunanistan'dan da iki diplomat ve bir amiral tarafından yürütüldü. Kamuoyuna bilgi verilmedi. Sadece Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı'nın bilgisi vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir personeli olarak benim de haberim yoktu, ta ki 2008'deki bir hava sahası ihlaline kadar.”
 Yalım devamla; “Binali Yıldırım, Başbakan olunca gördük ki, kendi seçim bölgesi olan Koyun Adası'na pasaportla girmiş! Koyun Adası, İzmir'e bağlı. Türkiye Başbakanı vatan toprağına pasaportla giriyor, hem de Yunan gümrüğünden geçerek! Daha da vahim bir şey var. Yıldırım, teknedeki Türk Bayrağı'nı rulo yaparak saklıyor ve tekneye Yunan Bayrağı çekiyor! Bu şekilde 3 kere gitti Koyun Adası'na. Milletin gözüne bakarak “Tek bayrak” diyen Başbakan, Yunan Bayrağı ile vatan toprağına gidiyor. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde savcıların bu işin peşine düşmesi lazım.”
Söz konusu adaların bizde olması demek adaların karasularının 3 mil olduğu düşünüldüğünde karasularımızın artması, Ege’de etkinliğimizin artması demektir. Ayrıca her adanın kendine ait ekonomik münhasır bölgesi de bulunmaktadır. Bu da o adaların etrafındaki ve üzerindeki doğal zenginliklerin bize ait olduğunu göstermektedir. Bilindiği üzere Ege’de ve özellikle Girit çevresinde petrol ve doğalgaz yatakları olduğu düşünülmektedir. Hatta Girit çevresinde çalışmalar başlamıştır. Adalarımızın işgaline göz yumarak bu fırsatları da geri tepmiş oluyoruz.
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan girişte verdiğimiz ve bu yazıya konu olan konuşmasında Tarihi dosyaları hazırlatıyorum ve Lozan da dâhil olmak üzere bunların önüne, milletin önüne bu belgelerle anlatacağız” diyor. Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a anımsatalım. Tarihi belgelerin hepsi tüm açıklığı ile ortada. Şayet Erdoğan bu belgeleri, “hocam” diyerek sarayda ağırladığı, “Keşke Yunan galip gelseydi. Ne Hilafet yıkılırdı, ne Şeriat kaldırılırdı, ne Medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı, hiçbiri olmazdı” diyen, Kuvayı millîye düşmanı ve işgalci emperyalistlerin yandaşı Kadir Mısıroğlu’na hazırlatacaksa bu dosya bir hezeyanlar yığını olmaktan öte bir anlam taşımaz ve yeri “milletin huzuru” değil tarihin çöplüğüdür.
28 Ocak 2018
Mahmut ÖZYÜREK